Ne diyordu değirmenci dayı: “Bu nasıl çark ulan, buğday bizim, ezilen biziz. Un olan biz, aç kalan hepimiz. Kim bu doymak bilmeyen ş.refsiz!”
Yaşanan ekonomik krizler, neredeyse her alanda uygulanan yanlış politikalar sonucunda toplum, en temel ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan aciz bir hale getirildi. Düşünün! Öyle bir ülkedesiniz ki, her bölgesinde tarıma uygun verimli ovaları, bunları sulayabilecek kaynakları, her türlü bitki ve gıda ürününün yetişmesine imkân sunan çeşitli iklimleri olmasına rağmen şu toplumun, gıda ürünlerini satın almaktan aciz bir hale getirilmesini, en kaba tabirle ‘yüksek beceriksizlik’le ifade edebilirim.
Dünyada gıda fiyatları çok küçük oranlarda değişkenlik gösterirken ülkemizde yüzde 25-30 civarlarında yükselmesi, özellikle sebze ürünlerinde yüzde 200’lere varan artışlar, insanları adeta canından bezdirmiştir. Bu durum Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin, tavsiye ettiği her ürünü mevsiminde yiyin basitliği ile halledilemeyeceği gibi, Ekonomi Bakanı Berat Albayrak’ın gıda terörü, gıdada yükselme olmasaydı enflasyon şu rakamlarda olurdu, bahanesiyle de halledilmekten uzaktır.
Rakamlarla istediğiniz şekilde oynamanız mutfaktaki yangını söndürmüş olmuyor.
Yıllardır tarımda buğday, pirinç ve et meselesini ithal mantıkla -ki, çevrenizdeki belli firmaları ihya etmek suretiyle- çözmeye çalışmanız, problemi çözmediği gibi sorunu çok daha karmaşık bir hale getirmiştir.
Şimdi bir de, bu ürünlerin üzerine soğan, patates, domates, biber, patlıcan ve diğer ürünlerdeki yüksek fiyat artışları eklenince toplumun gündemi aylardır gıda ürünlerinden başka bir şey olmaz oldu. Yaşanan bir takım doğal afetleri, beceriksizliklerine kılıf yapan yöneticiler, artık akıllarını başlarına alıp var olan kaynakları belli zümrelerin çıkarlarına endekslemeden, toplumun menfaatleri doğrultusunda kullanmaları gerekir.
Ekonomik krizi, dış güçlere bağlama, yargıdaki hukuksuzlukları gayri milli odakların işi olarak görme, eğitimdeki başarısızlığı ihanet çetelerine yıkma, gıda ürünlerindeki artışı gıda terörüne bağlama… sonuçta, var olan tüm olumsuzlukları kendi yönetimlerinin dışında görme, Yeni Türkiye’nin hastalıklı âdeti oldu.
Halkın biriken öfkesini farklı mecralara kaydırmak üzere açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, halka adeta sitem ederek “Patlıcancılara, bibercilere, patatesçilere sesleniyorum siz, bir merminin fiyatını biliyor musunuz? Atalarımız Çanakkale’de bir tas çorbayı bölüştü, aç kalırız fakat kimseye söylemeyiz!” diyordu” Çanakkale’de ülke tüm kâfirlere karşı fiilî harp halindeydi ve Din-i İslâm’a halel gelmemesi için canını, malını ortaya koymuştu. Fakat bugün sizler kimler ile harp halindesiniz?
ABD mi, Rusya mı, Çin mi, Avrupa mı? Bunların hepsiyle dost ve müttefik olduğunuzu her defasında deklare etmenize rağmen, miting meydanlarında bunlarla savaş halinde olduğunuz izlenimini vermeniz sadece siyasi ve ekonomik çıkarlarınızı garantiye almanızdan başka bir şeyle izah edilemeyecek ikircikli bir haldir.
Kaldı ki o gün, bir tas çorbayı paylaşanlar sadece askerler değildi. Devleti idare edenlerden halka toplumun her kesimiydi. Yoksa sizin bugün yaptığınız gibi Meclis’te 550 çeşit yemekten seçim yapmakta zorlananlar olmadığı gibi, verdiğiniz resepsiyonlarda isimlerini dahi telaffuz etmekte zorlandığı yiyecekleri halk, zaten hayal dahi edememekte. Yani sizler bir taraftan halka Çanakkale’nin edebiyatını yapıyorsunuz, diğer taraftan ise onun zıddına olan tezatlıklara imza atıyorsunuz. Halk pahalılıktan şikâyet edince “nankör”, “dış güçlerin maşası” olacak, siz ise şatafatlı hayatı kendinize hak görecek sonra da aynı gemide olduğumuzdan bahsedeceksiniz.
Madem bu ülkeyi idare edenler sizlersiniz geçen 16 yılda tutarlı bir tarım politikanızın olması gerekmez miydi? Öyle olmuş olsaydı bu halk, dünyanın en ucuz gıdasını tüketmiş olurdu. Gelin görün ki etin fiyatının düşmesinden vazgeçen halk, artık soğanın, patatesin sebzenin fiyatının makul düzeye inmesini konuşur oldu. Et, lüks oldu, görünen o ki sebze de lüks olmaya başladı. Bakalım sıra yediğimiz kuru ekmeğe ne zaman gelecek?
Ülkeyi idare edenler olarak bu sorunu gerçekten çözmek istemiş olsaydınız; tarımla alakalı esaslı bir politika belirler, temel girdiler olan mazottan, ilaçtan, gübreden sulamadan vergileri kaldırırlardı. Üretici ve tüketici arasındaki zinciri kısaltır, bir kesimi ihya etme uğruna yapılan ithal mantığı bir tarafa bırakır, üretim ile alakalı planlamalar yapar, çiftçinin ürettiği ürünün değer kaybını önleyecek önlemler alır, güçlü mali ve teknik teknolojik destekle gıda üretimindeki çarpıklığı giderirdiniz. Böylece hem üretici kesintisiz bir üretim sağlanmış olur, hem de fiyat dalgalanmalarının önüne geçilmiş olunurdu. Sonuçta tüketici de, bu ürünlere en makul düzeyde ulaşmış olurdu ki bu, zaten devletin asli görevlerindendir.
Aksi takdirde dayatma fiyatlandırmalarla, ithalatın önünü açmakla, sebze-meyve satış noktaları oluşturmakla sadece günü kurtarırsınız. Tıpkı 16 yıldır yaptığınız gibi. Tabii hükümetin, tüccar mantığını bırakıp üretime odaklanması ne kadar gerçekçi olur onu da sizin takdirinize bırakıyorum.
Kapitalist nizam, bu halkın başından def edilmediği sürece bırakın halkın refaha ermesini, boğazına götürdüğü kuru ekmeği dahi bulmakta zorlanacaktır. Milyonlarca insanın emeği bir avuç elitin refahı için heba edilmekte. Bunu temin edenler ise maalesef Müslümanların başındaki yöneticiler.
Bu ümmeti, gıda ürünlerine ulaşmaktan aciz bırakan yönetim ve yöneticilere veyl olsun. Kendi asaletini kaybetmişken geçmişteki yöneticilerin asaleti üzerinden kendine pay çıkarmayan çalışan ezik yöneticilere veyl olsun. Kendileri lüks ve şatafat içerisindeyken halkın derdini dert edinmeyen ve halkı aşağılayan idarecilere veyl olsun.
Bu düzenin rezilliğinden kurtuluşun tek çaresi, geçmişte olduğu gibi ümmetin derdiyle dertlenecek onları koruyup kollayacak, dünyaya tekrardan huzur ve adaleti götürecek Hilâfet’i ikame etmektir. Ümmetin evlatları daha iyisini yemedikçe katık-ekmeği kendisine zül gören Hz. Ömer gibi adil, cesur, halkın derdiyle dertlenen halifelerin varlığı ancak ve ancak onunla mümkün olacaktır.