Bu başlık üzerinden bakıldığında makalenin konusunun bir yerlere cevap niteliği taşıdığı aslında kolayca anlaşılıyor sanırım. Evet, bir cevap olması için ele aldığım bu makalenin anlaşılabilmesine hizmet etmek adına birkaç açıklama yapıp sonrasında asıl noktaya değineceğim. Şöyle ki:
Birey, kitle ve devletlerde ortak bir nokta vardır ki o da fıtrattan gelen var olma ve varlığını sürdürebilme meselesidir. Bulunduğu günün şartlarına göre kendini konumlandırma ve ileriye yönelik planlamalar yapma da bu meseleyle bağlantılıdır. Tabii bu tarz planlar yapılırken geçmişten ve tarihten kopuk hareket edilmez. Zira bugününü ve geleceğini, geçmiş ile ilintileyerek yönlendirebilirsin. İnsanların tarihine ve geçmişine ne denli önem verdiğini ifade etmek açısından 2018'de sorgulamaya açılan soy ağacı uygulamasına gösterilen yoğun alaka örnek olarak gösterilebilir.
21. Yüzyıl dünyasında bilgiye ulaşmak artık çok kolay. Tarihi okumak da buna dahil. Bu kolaylıkla beraber bilgi kirliliği de söz konusu. Aynı mesele hakkında birçok farklı bilgiye ulaşabiliyorsunuz. Bu da neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunu sorgulamaya açıyor. Tarihimizle ilgili karmaşık hususlar söz konusu olduğunda; kimimiz, tarihi yazanların unvanlarına olan güvenimizle kimimiz de âlimlerimize olan güvenimizle bir doğru seçip ona göre hareket ediyoruz. Zira o günleri bizzat yaşayan kimselerden gelen net bir bilginin yokluğu, bu sonucu kaçınılmaz kılıyor.
Burada, İslam tarihini ele alan bir yazı hedeflemiyorum lakin bugün yaşanan kahredici olayları -Gazze katliamı özelinde- anlamaya ve anlamlandırmaya çalışacak olan gelecek nesle bir cevap olması açısından ele almak istiyorum. Dilerim, sadece bir belge olarak tarihe taşınmakla kalmaz da -Rabbimizin, aşağıdaki örnekte Ömer RadiyAllahu Anh'a nasip ettiği gibi- yaşananları bizzat anlatabileceğim bir ortam vuku bulur.
Herkesçe malumdur ki Ömer RadiyAllahu Anh'in hilâfeti dönemi, İslam Devleti’nin gerek iç siyasetinde gerek dış siyasetinde ciddi ilerlemeler kaydettiği bir dönemdir. Bu ilerleyişi sürdürmek ve durumu muhafaza etmek adına çok ciddi gayretler de sarf etmiştir. Bu gayretlerden bir tanesi de; o günün genç neslini, geçmişteki hatalara düşmekten korumak ve yaşadıkları günlerin kıymetini bilmeleri hususunda onlara nasihat babında yapmış olduğu şu konuşmadır:
“Biz, öyle karanlık bir zaman diliminde yaşadık ki kız çocuklarımızı, ‘Hadi, dayına gidiyoruz!’ diye yanımıza alır; Mekke’nin dışına çıkarır, kendi ellerimizle kazdığımız çukurlara diri diri gömerdik. Yine ellerimizle helvadan putlar yapar, acıkınca biraz önce tapındığımız o putları yerdik.”
Ömer RadiyAllahu Anh'ı, akıl ve kavrayışı, İslam'a olan sadakati ve teslimiyeti ile tanıyan o gençlerden bir genç -bunu bizzat kendisinden duymuş olmanın vermiş olduğu şaşkınlıkla olsa gerek- daha fazla dayanamayarak, ayağa kalktı ve Ömer RadiyAllahu Anh’a, “Ey Müminlerin Emiri! Siz cahiliyede bu işleri yaparken aklınız yok muydu? Ancak aklı olmayan biri bunları yapabilir!” diye sordu. Ömer RadiyAllahu Anh’ın yüzünde acı bir tebessüm belirdi ve “Ey evladım! Aklımız vardı ama hidayetimiz yoktu!” dedi.
Muhakkak ki şu an tanıklık ettiğimiz 21. Yüzyıl dünyası, gelecek neslin yoğun bir şekilde araştırıp anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı bir yüzyıl olacaktır. Çünkü bu yüzyıl, Hilâfet’in yıkılışından sonraki ilk 100 yıldır. Öyle olaylar yaşıyor ve tanıklık ediyoruz ki; iç karışıklıklar, toplumsal değerlerin yerle bir edilmesi, dünyanın dört bir tarafında zulme maruz kalan Müslümanlar, Arap Baharı ile devrilen diktatörler, Yahudi varlığının hunharca yaptığı soykırımlar ve daha birçok şey…
Allah Subhanehu ve Teâlâ'nın vaat ettiği, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in müjdelediği 2. Râşidî Hilâfet Devleti'nin kurulduğu o günlerde; Müslüman gençler, tarih sayfalarını yeniden açıp; kan dolmuş sahipsiz çocuk ayakkabılarını, elinde bir parça ekmekle ölmüş bebek bedenlerini, karanlıkta bir ağacın arkasına gizlenmiş korkudan titreyip şok geçiren minik yavruları, damlayan suyu biriktirip içmeye çalışan çocukları, evlatlarının parçalanmış bedenlerini poşetlerde taşıyan babaları, çığlıklar içerisinde yardım isteyen kadınları görecekler, okuyacaklar.
O zamandan, bu zamana bakacaklar ve bugünün; Müslümanların yaşadığı beldelerin siyasilerinin, komutanlarının, cemaat ve âlimlerinin tavır ve tutumlarını değerlendirecekler. Siyasilerin; bölgesel çıkarları gözetmek ve reel politika gütmek peşinde olduklarını, komutanların; operasyon yapabilmek için hiç gelmeyecek olan “harekat emrini” beklediklerini ve emirleri altındaki yüzbinlerce askeri harekete geçirmediklerini, âlimlerin; iktidar aleyhinde konuşamadıklarını, hakkı ve hakikati ortaya koyma konusunda sadece Allah'tan korkmaları gerekirken makam ve koltuk sevdasında olduklarını görecekler ve o gencin Ömer RadiyAllahu Anh'a sorduğu gibi soracaklar:
“Nasıl oldu da 57 İslam beldesi, 17 milyon hazır askeriniz, yaklaşık 2 milyarlık nüfusunuz, onlarca cemaat ve binlerce âlim olduğu halde bir avuçluk gasıp Yahudi varlığının kardeşlerinizi katletmesine izin verdiniz? Siz hidayete ermemiş miydiniz?”
O gün bu günleri araştıracak olan o gençlere şimdiden diyorum ki:
“Sizler şu anda Râşidî Hilâfet Devleti'nin gölgesinde yaşıyorsunuz. Fas’tan Endonezya'ya kadar uzanan tek bir ümmet, tek bir devlet çatısı altında ve “La İlahe İllAllah Muhammedun Rasulullah” sancağının dalgalandığı kutlu günlerde yaşıyorsunuz. Bilmenizi isterim ki: şu an sizin yaşadığınız atmosferde bir kere nefes alıp vermeyi arzu eden, o günleri görmek için mallarından, evlatlarından ve dahi canlarından vazgeçecek olan İslam davetçilerinin hasretini çektiği o günleri yaşıyorsunuz.
Sizlerin şu an yaşadığınız atmosferde huzur, eman ve kardeşlik hâkim. Şu anda Müslümanların malı, canı ve kutsalları koruma altında. İslam düşmanları, Müslümanlara karşı zelil durumda. Bırakın Müslümanları katletmeyi, Müslümanlar hakkında olumsuz tek bir kelime bile söylemeye cüret edemiyorlar.
Özetle; sizler, yerin üstünün yerin altından daha hayırlı olduğu, müjdelenen o günleri yaşıyorsunuz!
Bugün, İslam Devleti'nin boyunduruğu altında bulunan ABD ve Avrupa ülkeleri, o gün, o “57 ülke” dediğin devasa gibi görünen ülkelerin hepsinde söz sahibiydiler. O 57 ülkenin yöneticileri, Müslümanları dizginlemek için vardı. ABD, İngiltere ve AB ülkelerinin kendilerine verdikleri talimatların dışına çıkamayacak kadar aciz ve korkaklardı.
Evet, 17 milyon hazır askeri olan bir güce sahiptik ama sadece Allah'tan korkan, Müslümanların kanını, ırzını ve namusunu kendi kanı, ırzı ve namusu olarak gören komutanlarımız yoktu.
Evet, 2 milyar nüfusa sahiptik ama Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in buyurduğu; “selin üzerindeki çerçöp” gibiydik. Şu an tek bir devlet olarak yaşadığınız o topraklar, parça parça idi; her birinin arasında suni sınırlar vardı. Aramızda milliyetçilik, vatancılık, ırkçılık gibi lanetlenmiş fikirler dolaşıyordu. Birbirimize “öteki” gözüyle bakıyorduk. Sizin “kardeşim” dediğiniz kimselere biz, “Arap, Türk, Laz, Çerkez” vs. diyor, öyle tanımlıyorduk. Hatta öyle ki; "Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!" mantığıyla hareket ediyorduk.
Evet, yüzlerce, binlerce âlimimiz, onlarca, yüzlerce cemaatimiz vardı ama kınayıcının kınamasından korkmadan, hakkı hak bilip hakka tabi olan, batılı batıl bilip ondan içtinap edenlerin sayısı çok azdı, evlat!
Velhasıl; evet, hidayetimiz vardı ama halifemiz yoktu, evlat!”