Kamuoyunda Ergenekon Davası/davaları olarak bilinen davaların, mahkemelerin en önemlisini oluşturan “Ergenekon Davası” 5 Ağustos 2013 günü mahkemenin kararlarını açıklaması ile mahkeme sürecinin birinci aşaması tamamlanmış oldu.
Bu dava Haziran 2007 yılında Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında el bombalarının ve C4 patlayıcının bulunduğu yönündeki bir ihbar ile başladı ve arkası çorap söküğü gibi devam etti. Bu dava başlangıcında Ümraniye Soruşturmaları olarak başladı. 25 Temmuz 2008 tarihinde ise İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Ergenekon Davasının iddianamesini kabul etti. İddianamenin kabul edilmesinin ardından soruşturmalar devam etti. Ortaya yeni yeni belgeler, tutuklamalar, ihbarlar çıktı. Yeni bilgi ve belgelere bağlı olarak polis tarafından yürütülen operasyonlarla içlerinde muvazzaf ve emekli subay ve astsubayların, öğretim elemanlarının, gazetecilerin bulunduğu birçok kişi gözaltına alındı, sorgulandı, mahkemeye çıkartıldı. Bunlardan bazıları tutuklanarak cezaevine konuldu. Bir kısmı ise tutuksuz olarak yargılanmaya devam etti.
66’sı tutuklu 275 sanığın yargılandığı Ergenekon davasının 5 Ağustos 2013 tarihli karar duruşmasında; 9 sanığa müebbet hapis, 10 sanığa darbeye teşebbüs suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis, 100 kişiye terör örgütüne üyelik suçundan muhtelif miktarlarda cezalar verilirken 21 kişiye ise beraat kararı verildi. 17 kişi tahliye edilirken tutuksuz yargılanan 13 sanık hakkında ise tutuklama kararı çıktı. Mahkeme kararları oy birliği ile aldı ve “Ergenekon” diye tanımlanan yapının bir terör örgütü olduğunu tescil etti.
Mahkemenin vermiş olduğu kararlar kimileri tarafından eleştirilip son derece haksız kararlar olduğu vurgulanırken bazı kesimlerce de kararların yerinde ve gerekli olduğu yönünde değerlendirmeler yapıldı. Yaklaşık 5 yıl süren duruşma sürecinde binlerce sayfadan oluşan mahkeme tutanakları okundu, incelendi. Aralarında gizli tanıkların da bulunduğu onlarca tanık dinlendi ve neticede bu kararlar çıktı.
Mahkeme tarafından verilen kararların yerinde olduğunu belirten ve işin başından bu yana da bu hususta tüm güçleriyle “Ergenekoncular” diye isimlendirilerek taraflar hakkında sürekli aleyhte açıklamalar yapan, yazılar yazan muhtelif kesimden kişiler bu faaliyetleri darbe teşebbüsü olarak nitelendirdiler. Aynı şekilde mahkemenin verdiği kararda da “darbeye teşebbüs” suçlaması yer almaktadır.
“Darbe” kavramı veya “darbe teşebbüsü” kavramı içeriği itibarıyla mevcut siyasi yönetimin çeşitli nedenlerden dolayı beğenilmeyerek askerler aracılığıyla yasal olmayan yollarla görevlerinin sonlandırılması olarak tarif edilebilir. Ancak özellikle İslam coğrafyası başta olmak üzere dünyanın değişik ülkelerinde yaşanan darbelerin tümünün arkasında sömürgeci ülkelerin var olduğu bilinen bir gerçektir. Örneğin 1950-1960 yılları arasında özellikle Irak’ta yaşanan darbelerin arkasında dönüşümlü olarak Amerika ve İngiltere vardır. Suriye’de Hafız Esed tarafından yapılan darbenin arkasında Amerika vardır. 1950 Mısır’da Cemal Abdünnasır’ın gerçekleştirdiği darbenin arkasında da Amerika vardır. Netice itibariyle içerisinde Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde yaşanan darbelerin tümünün arkasında sömürgeci devletlerden birisi yer almaktadır. Diğer bir ifade ile darbeler yerel iktidarların sömürgeci ülkelerin çıkarlarına uygun bir tavır ortaya koymaları için birbirleri ile rekabetleri sonucu yaşanan olaylardır. Dolayısıyla mahkemenin vermiş olduğu kararlar derinlerde yer alan gerçeği itibariyle darbe girişiminde bulunmak isteyen sömürgeci güçlerden destek alan bir kesimin bir başka kesime karşı zafer kazanmasıdır. Bir başka ifade ile cumhuriyetin kuruluşu ile İngilizler tarafından oluşturulan “derin devletin” veya “çelik çekirdeğin” el değiştirerek Amerikan yanlıların eline geçmesidir. Mahkeme kararlarının da bu şekilde okunması gerekir.
“Ergenekon Davası” diye isimlendirilen gelişmelerle ilgili olarak medyada yer alan açıklamaların büyük bir çoğunluğunda; ‘seçimle yönetime gelmiş siyasi iktidara, demokrasiye ve özgürlüklere karşı kanun dışı uygulamalara teşebbüs edilmesi’ şeklinde açıklamalar yapılmıştır. Yani darbe girişiminde bulunan kimselerin demokrasiye, insan haklarına ve özgürlüklere karşı oldukları ve bu nedenle de yargılanmalarının gerektiği söylenmiştir. Mevcut kanunlar açısından baktığımızda bu açıklamalar doğrudur. Ancak ne ilginçtir ki demokrasiden ve insan haklarından bahseden küfrün ve sömürgenin başı Amerika olmak üzere tüm sömürgeciler bugün Suriye, Mısır, Arabistan ve daha birçok ülkede yaşananlar bakımından demokrasiden bahsetmezler. Zira sömürgeciler için önemli olan çıkarlarının gerçekleşmesidir. Çıkarları kraliyet sisteminde olduğu gibi gerçekleşiyorsa bunu desteklerler. Azınlığın çoğunluğa hükmetmesi ile gerçekleşmesini uygun görüyorlarsa seçim hileleri yoluyla Mübarek dönemi Mısır örneğinde olduğu gibi bunu yaparlar. Askerlerin mevcut yönetimi alaşağı etmesini uygun görüyorlarsa yine Mursi örneğinde olduğu gibi mevcut yönetimi askerler aracılığıyla görevden uzaklaştırırlar. Öyle ki askerlere Mursi’ye devirmeleri talimatı veren Amerika yaşanan tüm olaylara, yüzlerce kişinin askerler tarafından katledilmelerine rağmen Mısır’da yaşananları bir “darbe” olarak nitelendirmemekte, komik gerekçeler ileri sürmektedir. Çünkü onlar için önemli olan kendi çıkarlarıdır.
Burada açıklığa kavuşturulması gereken birkaç soru bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Ergenekon mahkeme kararları ve bu sürecin devamı niteliğinde olan diğer davalarda kim kime karşıdır? Ya da kim kime karşı darbe yapmak istemektedir?
Bu sorunun cevabı şöyledir: Bilindiği üzere Osmanlı Hilafet Devleti’nin sömürgecilerin kumpaslarıyla yıkıldıktan sonra Osmanlı coğrafyası üzerinde onlarca devlet kurdular. Kurdukları bu devletlerin tümünün başına İngilizler başta olmak üzere kendi ajanlarını getirdiler. Arap yarımadasında kurulan devletlerin tümünün başında İngiliz ajanları yönetim koltuğuna oturdular. Amerika’nın ikinci dünya savaşından sonra siyaset sahnesine çıkmasına kadar geçen süreç içerisinde de bu coğrafyadaki İngiliz egemenliği tüm gücüyle varlığını korudu. Amerika’nın devletlerarası siyasi sahnede güçlü bir devlet olarak yer almasının ardından ise Amerika İngilizlerin hâkim olduğu bölgelere göz dikti. 1960 yılında Hafız Esed iktidarıyla Suriye’yi, 1970 yıllarda Suudi Arabistan’ı, 1979 Humeyni’nin İngiliz ajanı olan Şah’a karşı İran’da devrim yapmasıyla İran’ı, 2003 Irak savaşının ardından İngilizlerin adamı Saddam’ı devirerek Irak’ı kendi kontrolü altına aldı.
Osmanlı devletinin yıkılması sonrası Türkiye’sinde de İngilizler devletin her yerine kendi adamlarını yerleştirdiler. Özellikle dönmeler diye bilinen kesim aracılığıyla ordu başta olmak üzere hem siyasi alanda, hem yargıda, hem medyada kısacası hayatın her alanında son derece sağlam ve köklü bir yapı kurdular. Çünkü İngilizler açısından Türkiye en son vazgeçilebilecek ülkelerden birisi idi. Kendileri için Türkiye’de “derin devlet” veya “Çelik Çekirdek” olarak tarif edilen bir yapı oluşturdular. Anayasasından kanunlarına varıncaya kadar her alanda kendi çıkarlarını ve adamlarını koruyacak bir sistem kurdular.
Türkiye’nin gerek İslam coğrafyası ve gerekse dünya siyaseti açısından ne kadar önemli bir konumda olduğunun farkında olan Amerika, ikinci dünya savaşından sonra ilk etapta Marshall yardımları, IMF ve dünya Bankası aracılığıyla verilen krediler ve daha başka sömürge araçlarıyla Türkiye üzerinde çalışmaya başladı. Özal iktidarı döneminde bunu biraz daha ileriye götürebildi ise de başarı sağlayamadı. Öyle ki İngilizler Amerika’nın tüm girişimlerini kökünden kurutabilmek için 28 Şubat kararları diye bilinen kararlar çerçevesinde çok ciddi kararlar ve yaptırımları uygulamaya koydular. Ancak Amerika mücadelesinden vazgeçmedi. Türkiye’de krizler çıkartarak 2003 AKP iktidarı öncesinde iktidarların kamuoyu nezdindeki itibarını iyice düşürdü. AKP’nin seçimlerden büyük bir başarı ile çıkmasının ardından ise Amerika, uzun yıllar boyu askerler başta olmak üzere İngilizlerin tüm adamlarına karşı yürüttüğü ve elde ettiği bilgi ve belgeleri kullanmaya başladı. Durumun farkında olan İngiliz adamları ise AKP’ye karşı darbe hazırlıklarını sürdürdülerse de bunda başarılı olamadılar. Tam tersine Amerika, gizli belgeler, dinlemeler gibi uzun yıllardan bu yana sürdürmüş olduğu çalışmalarla planlarını uygulamaya koyamadan İngiliz adamlarını deşifre etti ve bunların tümünü yargıya taşıdı. Amerika kendisine karşı çıkan grubun başında askerlerin yer aldığını ya da Türkiye gibi ülkelerin tümünde “ordunun” gerçek güç olduğunu çok iyi bildiği için özellikle askerlere yönelik operasyonlara ağırlık verdi. Sarıkız, ay ışığı, eldiven ve balyoz isimleri altında içlerinde onlarca generalin yer aldığı yüzlerce muvazzaf ve emekli asker sorgulamaya alındı. Bunların bir kısmı tutuklanarak cezaevine konuldu. Bazılarının ise tutuksuz olarak yargılamaları devam ediyor. Özellikle askerlerle bağlantıları bulunan birçok sivile karşı operasyon yapıldı. Aynı zamanda yargıda, yüksek öğrenimde, ekonomide ve daha birçok alanda yasal düzenlemeler başta olmak üzere her türlü tedbirleri aldırdı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ülkenin her alanında kökleşmiş bir Çelik Çekirdek yapıya sahip olan İngiliz ekibine son derece ağır bir ceza verilmesini hedefledi ve 5 Ağustos 2013 tarihli mahkeme kararları ile bunu açık ve net bir şekilde gösterdi.
Dolayısıyla son on yıl boyunca değişik türden medya organlarında okuduğumuz ve işittiğimiz tüm bu gelişmelerin temelinde Amerika ile İngiltere arasındaki nüfuz çatışmaları yer almaktadır. Demokratikleşme, özgürlük ve daha başka açıklamalar ise tümüyle bunların süslemeleridir. Gerçeğin başka şeylerle gizlenmesinden ibarettir. Sözün özü itibariyle İngilizler Amerikan yanlılarına karşı darbe yapmak istiyorlardı ancak bunu başaramadılar, başarısız oldular, tam tersine Amerika İngiliz ekibine ağır bir darbe vurdu.
Cevaplandırılması gereken ikinci soru ise şudur: Şu anda Türkiye’de yaşayan Müslümanlar ve yöneticiler bu olayları nasıl okumalıdırlar? Tüm bu olanlardan nasıl bir ders çıkarmalıdırlar?
Elbette ki bu soru son derece önemlidir. Çünkü Müslümanların bu meselelere bakış açıları onların geleceklerini etkileyen bir husustur. Burada önemli ve kesin olan husus yukarıda da belirttiğimiz gibi meselenin derinlerinde sömürgeci güçlerin var olduğudur. Sömürgeci güçler ise kendi çıkarlarından, aç gözlüklerinden, vahşiliklerinden, kam emiciliklerinden başka hiçbir şeye önem vermezler. Onlar için fedakârlık veya vefa veya insani olmak gibi kavramların ve değerlerin ise hiçbir şekilde önemi yoktur. Onlar için demokrasi veya başka gerekçeler aç kaldıklarında yiyebilecekleri helvadan yapılan putlardan öte bir şey değildir. Onlara göre kendilerine sadakatle hizmet eden, kendi çıkarlarını gerçekleştirdiği için değer verilmesi ve korunması gereken yöneticiler diye bir şey de yoktur.
Örneğin Amerika, Mısır’da halkın sokağa dökülmesi neticesinde Hüsnü Mübarek’in istikrarı sağlamakta yetersiz kalacağını, Mısır üzerindeki siyasi nüfuzunu kaybedeceğini gördüğünde 30 yıl boyunca canla başla kendisine uşaklık eden Mübarek’in ipini çekmekten tereddüt etmemiş ve onu mahkeme önüne çıkartmıştır. Aynı şekilde Mübarek sonrasında destekleyerek Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturttuğu Muhammed Mursi’nin de askerler tarafından darbeyle görevinden uzaklaştırmaktan tereddüt etmemiştir. Kısacası dünyanın neresinde olursa olsun, hangi sömürgeciyle dostluk kurarsa kursun hepsi için bu husus geçerlidir.
Yani AKP yönetiminin Amerikan planlarının ve projelerinin uygulanmasında ister “Stratejik Ortaklık” gereği olsun isterse daha başka anlaşmalar ve ittifaklar gereği olsun iktidar koltuğunda kalma süresi Amerika’nın çıkarlarını gerçekleştirme düzeyi ile sınırlıdır. Çünkü onlar için vefa diye bir şey söz konusu değildir. Veya bugün İngiliz ajanlarının köklerini kurutanların yarın İngiltere yanlıları tarafından benzeri bir akıbete uğratılmayacaklarını garanti edemezler. Bu konunun yöneticiler tarafından durumu budur.
Aynı meselenin Müslümanlar tarafından durumuna gelince: Bu hususta Müslümanların şu hususları bilmeleri gereklidir:
a- Türkiye kamuoyunda var olan yaygın kanaatte olduğu gibi bu operasyonlar veya benzerleri kesinlikle Müslümanların ve Türkiye halkının çıkarları için yapılmış değildir. Bunların tümü ancak ve ancak İngiltere’nin Türkiye’deki nüfuzunu söküp atarak yerine Amerikan nüfuzunu yerleştirmek için yapılan çabalardır. Bunları gerçekleştirmek için Müslümanlara farklı kanaatlerin ve düşüncelerin yerleştirilmeye çalışılması yalnız ve yalnız yapılanlara kamuoyu desteğini sağlamak isteyen Amerika ve Amerika ile birlikte çalışanların gerçeği saptırma çabalarıdır. Zira Amerika bununla bir taraftan kendi hegemonyasını sağlamlaştırırken diğer taraftan ise kendi ideolojisini, kültürünü yani küfür sistemi olan demokrasiyi ve laikliği yerleştirmektedir. İnsanları İslam’dan ve İslami hükümlerin tatbikinden, İslam nizamının, hilafetin ikame edilmesinden uzaklaştırmaktadır.
b- Sömürgeci kâfir Amerika’nın ve onunla işbirliği yapanların uygulamaya, kökleştirmeye çalıştıkları demokrasinin tatbiki ile İslam adına hiçbir mesafe kat edilemez. Çünkü demokrasi küfürdür. Bir Müslümanın demokrasiyi kabullenmesi, inanması kesinlikle doğru değildir. Zira Allah Azze ve Celle Müslümanların hayatının her alanı için çözümler, şer’î hükümler indirmiştir. Müslümanlara düşen görev demokrasiyi benimsemek veya farklı gerekçelerle yerleşmesine, kökleşmesine yardımcı olmak veya göz yummak değil, demokrasiyi tümüyle kaldırıp yerine İslam devletini, İslam Hilafetini kurmaktır.
c- İster Amerika’nın egemen olduğu siyasi bir anlayış esası üzerine olsun, isterse cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar geçen sürede olduğu gibi İngiltere’nin egemen olduğu siyasi bir anlayış üzerine olsun sömürgeci kâfirlerin çıkarları üzerine oturtulmuş hiçbir yapıdan İslama ve Müslümanlara fayda gelmez, tam tersine zarar gelir. Zira Allah Azze ve Celle kâfirlerin Müslümanlar üzerinde hâkimiyet kurmalarından razı olmaz. Çünkü kâfirler Müslümanlar hakkında kesinlikle iyi olan bir şeyi istemezler. Rabbimiz bu hususta bizlere birçok ayette uyarıda bulunmaktadır. Bu ayetlerden bir tanesi de şudur:
“Ne ehli kitaptan olan kâfirler, ne de müşrikler, size Rabbinizden hiç bir hayır indirilmesini sevmez ve istemezler. Allah nübüvvet ve vahyi, rahmetiyle dilediği kimseye tahsis eder. Allah büyük ihsan sahibidir.”
Netice itibariyle ben Müslüman’ım diyerek her gün alnını secdeye koyan Müslümanların yaşanan bu gelişmeleri ancak ve ancak İslam’ın penceresinden bakarak değerlendirmeleri gerekir. Daha önceki yıllarda Cezayir’de, Mısır’da ve daha birçok ülkede yaşanan “Demokrasi oyunlarına, tuzaklarına” düşmemeli bunlardan ibret almalıdırlar. Hayatlarının her alanında Allah’a, Allah ve Rasûlünden gelenlere dayanıp güvenmelidirler.
“Düşünün de ibret alın, ey basîret (akıl) sahipleri.” (Haşr Suresi: 2)
29 Ramazan 1434
7 Ağustos 2013