Dünya Amerika’ya Nasıl Bu Denli Bağımlı Hale Geldi
27 Eylül 2019

Dünya Amerika’ya Nasıl Bu Denli Bağımlı Hale Geldi

Amerika küresel ölçekte nüfuz sahibi olmuş gerçek bir süper güç; tarihte bu ölçekte küresel bir nüfuza erişmeyi başarabilmiş tek süper güç… Karşılaştırma yapacak olursak Roma ve Pers İmparatorlukları birer süper güç değil bölgesel güç idiler. Hatta Hilâfet bile bölgesel bir güçtü. Bugün Amerikan hegemonyası dünyayı kontrol ediyor ve yönetiyor. Dünya meselelerine sadece müdahale etmiyor, dünya meseleri üzerinde dominant bir rol ortaya koyuyor. İslâm dünyası Amerikan’ın bu hegemonik nüfuzunun dışında değil. Burada soru; “Amerika’nın neden bu konumda olduğu” değil, “Amerikan’ın nasıl olup da dünyayı yönetir hale geldiği” sorusudur.

Aşikar Son

2. Dünya Savaşının sonunda Britanya, Fransa ve diğer Avrupa güçleri dünyanın değişik bölgelerinde sömürgeleştirdikleri ülkelerdeki nüfuzlarının çoğunu kaybetti. Amerika, 1. Dünya Savaşından bu yana Avrupa güçlerinin zayıflamasını takip ediyordu ve 2. Dünya Savaşının sonunda belli oldu ki Avrupalı güçler girdikleri çıkmazdan yeniden doğrulup ayağa kalkamayacak. Bunun neticesinde Amerika, Avrupa’nın önlenemez düşüşünden dolayı dünya sahnesine çıkmak için zamanının geldiğine hükmetti.

İki Dünya Savaşı tüm hızıyla devam ederken, ABD başlangıçta kıtasından izledi ve seyirci olmayı tercih etti ve iç ekonomisine odaklandı. Sanayi Devrimi nedeniyle Amerika, ekonomik dinamizmin ortaya çıkışını gördü ve ülkenin sanayi temelini Avrupalılar gibi şekillendirmeye başladı. Ancak hâlâ gelişmekte olan bir ülke idi. 2. Dünya Savaşında Amerika müdahalede bulundu fakat bu müdahale çoğunlukla kendini emperyalist hedefler güden Japonya’ya karşı korumak şeklindeydi. 1944–45’e gelindiğinde Amerikan askerî kapasitesi Avrupa’yı savunabilecek düzeye geldiğinde çelik güçler ittifakını (Almanya, İtalya ve Japonya) durdurmak için müdahalede bulundu. 2. Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte Amerika’nın endüstriyel rakipleri Avrupalılar ve Japonya zayıfladı. Bu durum Amerika’ya kendisinin yıllar boyu güçlü bir aktör olarak dünya sahnesinde yer almasını sağlayacak büyük stratejik planlarını hayata indirmesi için altın bir fırsat verdi.

Amerika’nın en büyük stratejik planlamacılarından biri olan, soğuk savaş çevreleme stratejisinin mimarı George Kennan Strateji Planlama Çalışması 23’te şöyle dedi: “Biz dünyadaki zenginliğin yaklaşık yüzde 50’sine ama nüfusunun sadece yüzde 6.3’üne sahibiz. Bu durumda bütün dünyanın kıskançlığı ve öfkesinin hedefi olmaktan kaçınmamız mümkün değildir. Önümüzdeki dönemde asıl görevimiz ulusal güvenliğimizi, bu eşitsiz durum tarafından zedelenmekten korumamıza imkân verecek bir ilişkiler modeli yaratmak olmalıdır. Bunu yapmak için her türlü duygusallığı ve hayalciliği bir yana bırakarak, dikkatimizi her yerde acil ulusal hedeflerimize yoğunlaştırmamız gerekmektedir.”

Dolayısıyla bu durum Amerika için ayrıcalıklarını korumak, zorlukların üstesinden gelecek ortaklıklar geliştirmek için oyunun kendi tarafından belirlenmiş kurallarını ortaya koymak adına mükemmel bir zamanlama idi.

Birincisi, 2. Dünya Savaşı nedeniyle Avrupa kıtadaki savaşlar tarafından tahrip edildi. Amerika, birleşik Avrupa ekonomisinin ABD'den daha büyük olduğunu, ABD'nin sahip olduğundan daha fazla sermayeye ve daha eğitimli bir insana sahip olduğunu biliyordu. Bu nedenle Amerika, Avrupa'nın yıkıntılarından başarılı kapitalist ülkelere kendini yeniden inşa etmek için yalnız kalması durumunda, yakın gelecekte Amerikalı yatırımcılar ve şirketler için ciddi bir tehdit oluşturacağını da biliyordu. Bu nedenle, 1948-1951 yılları arasında Marshall planı, ABD ihracatının üçte birini satın aldığı kredilerde 12 milyar dolarlık para kazanmasına yardımcı olmaktı. Bu Amerika’nın Avrupa’yı nüfuzu altında tutması ve kontrol etmesi için çok elverişli bir durum oluşturdu.

İkincil olarak; yeni dünya düzeni (Amerika) kendi ekonomik kazanımlar için spesifik lokasyonlar belirledi. Almanya ve Japonya endüstriyel uzmanlık ve kapasitelerinden ötürü iş gücü olarak isimlendirildi. Bu ülkeler gelecekte Amerika için hızlı üretim yapan ülkeler olarak değerlendirildi. 3. Dünya ülkeleri, Amerikan endüstrisine üretimini maliyeti düşük tutacak şekilde artırması için yardımcı olacak hammadde kaynağı ve ucuz iş gücü olarak değerlendirildi. Dolayısıyla Amerika, dünyanın değişik bölgelerine her birinin Amerika’nın menfaatine olacak ekonomik özelliklerine göre isimler belirledi.

Üçüncü olarak; Avrupalıların ellerindeki dolarları altınla değiştirmek istemeleri sebebiyle Amerika’nın 1971’de altın standardını ilga etmesi… Avrupa’nın bu isteği Amerika’nın menfaatine olan bir durum değildi zira böylesi bir alışveriş doların değerini aşağı çekeceği gibi Amerika’nın bu kadar dolar karşılığında verebilecek miktarda altını yoktu. Dolayısıyla Başkan Nikson, altın standardını tamamen ilga etti ve bu durum Avrupa’nın ve dünyanın geri kalanının ilelebet dolara bağımlı hale gelmesine yol açtı. Bugün küresel ticari işlemlerin %40’ı dolarla yapılmaktadır. Bu, Amerika’nın dünyanın gerçek süper gücü olmak ve menfaatlerini korumak adına yaptığı en iyi hamlelerden biridir.

Komünizm, ülkelere sonunda istikrar getirecek olan demokrasi ile kıyaslandığında bir tehdit teşkil etmiyordu. Bu ülkelerden birisi İtalya idi. 1948’de Komünist Parti demokratik yasal yollardan iktidarı ele geçirmeye yaklaştığında Amerika, faşizmi İtalya’ya yeniden yerleştirerek istikrarsızlık oluşturmak için eski faşist rejimle işbirliği yaptı. Demokrasi, aşırı milliyetçilik ve faşizm karşıtı rejimler Amerika için iyi değildir. Çünkü bu şekilde bir ülke kaynakları üzerinde egemenlik sahibi ve bağımsız olup Amerikan sermayesine engel teşkil edebilir ve Amerikan yatırımlarına muhalefet oluşturabilir.

Woodrow Wilson ülkelere kendi geleceklerini belirleme hakkını savunan kişi idi fakat biliyordu ki eğer ülkeler kendi geleceklerine karar veren egemen güçler haline gelirse bu onlarda bağımsızlık, ekonomik istikrara ulaşma arzusu doğuracaktır. Bu nedenle, acımasız rejimler kurarak ve ABD şirketlerini kontrolünde bırakarak askerlerin binlerce kişiyi öldürdüğü ve çevreyi tahrip ettiği siyasal sistemi dengesiz bırakan Dominik Cumhuriyeti ve Haiti işgali gerçekleşti. Woodrow Wilson self determinasyonu Avrupalı güçlerin sömürgeleştirdikleri ülkelerdeki nüfuzlarını kırmak için teşvik ediyordu. Ancak uzun vadede bunun Amerika’nın emperyal çıkarlarına uygun olmadığının farkındaydı. Dolayısıyla kendi ile çelişmeyi tercih etti.

Liste uzayıp gider. Amerika’nın dünyanın değişik bölgelerinde teşvik ettiği darbeler, özellikle de üçüncü dünya ülkelerinde… 1953’te İran, 1954 ve 1963’te Guatemala, Kennedy’nin Brezilya’da demokrasiyi engellemek için desteklediği 1964’deki askerî darbe ve 1973’te Şili… Ne zaman bir devrim meydana gelse Amerika çabucak bu ülkelerin demokratik olarak istikrarlı hale gelmesini engellemek amacıyla müdahale edip devrimi yıkıma uğratıyor. Bunun sebebi demokrasinin kapitalizm için tehdit teşkil etmesidir, demokrasi ve kapitalizm eş anlamlı değildirler. Aristoteles “Politika” isimli kitabında “ya eşitsizliği azaltırsınız ya da demokrasiyi” diyerek buna yakın bir şey söylüyor. Kendisi oligarşi ve demokrasi arasında bir sistemi tercih ediyor çünkü ne olursa olsun ikisi de problemler oluşturuyor. Batı hâlâ daha iyi bir siyasi sistem oluşturma hususunda başarılı olamadı. Amerika’da bile liberal demokratik değerler hâlâ sadece elitler için geçerli ve sahip olduğunuz şey sadece liberal diktatörlük, fazlası değil… Demokrasi en saf hâliyle hiç var olmadı çünkü demokrasinin daha saf ve orijinal hâli, elitler için daha acımasız hale gelir. Dolayısıyla hükümetler kitleleri aldatmak adına yapay bir özgürleştirme ve mutluluk paradigması oluşturdu.

Londra’da Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü tarafından üzerinde çalışılan Amerikan sistemi kitabı “Amerika demokrasiye inanır gibi yapıyor olsa da gerçekte esas olan özel kapitalist şirketlerdir” diyor. Eğer yatırımcıların, sermaye sahiplerinin hakları tehlikede ise demokrasi bir önem arzetmiyor ve eğer onların hakları korunuyorsa katiller ve işkencecilerle de pekâlâ masaya oturulabilir.

İslâm Dünyası Farklı Değil

Amerika yabancı ülkelerin ordularını ekonomik, çevresel ve siyasi istikrarsızlıklar oluşturmak için kullanıyor. Daha sonra bu sorunları bir lider seçip çözmeleri için yönetimi sivillere devrediyor ya da ülkenin durumuna göre Amerika kendisi bir lider yerleştiriyor. Zaman içerisinde bu liderler, ülkeyi istikrara kavuşturmak için Amerika ve IMF’ye koşuyor. Ordu çekildiğinde IMF ülkeyi tamamıyla kontrol ediyor ve Amerika’ya bağımlı halde tutuyor. İnsanlar ayağa kalkmadıkça artık orduya ihtiyaç söz konusu değil çünkü IMF tüm gösteriyi yürütüyor, sonra tekrar ordu istikrarsızlık oluşturmak için kullanılacak. Tanıdık geldi mi?

Bu, yabancı Amerikan şirketlerinin ülkeleri kontrol altında tutmasını sağlıyor. Yerel elitler de buna destek oldukları için pastadan bir miktar pay alıyorlar. Masum halkın geri kalanı ise –ki bu genelde halkın yüzde 90’lık kısmını ifade eder– bu durumdan zarar görüyor. Orta Doğu, Latin Amerika ve Afrika ülkeleri Amerika tarafından bu şekilde kontrol ediliyor.

Amerika tarafından diktatörlerin ve monarşilerin yerleştirildiği Orta Doğu’da hadiseler aynı şekilde seyrediyor. Bu diktatörler ve monarşiler Amerikan şirketlerinin ülkenin kaynaklarını kontrol etmelerini sağlıyor, itaatlerinin ve işbirliklerinin karşılığında pastadan bir miktar pay alıyorlar. Amerika gerçek çözüm (İslâm) önünde olduğu halde halkına fikir hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti ve diğer seküler–liberal tanımlamalar gibi liberal değerleri dayatan Abdul Fettah Sisi gibi bir diktatörden memnun. Aynı zamanda bu Sisi’nin askerleri, İslâm’ı yönetime getirmek isteyen veya ona herhangi bir ideolojik bağlılığa sahip kimseleri katletti, onlara tecavüz ve işkence etti. Tüm bunlar gerçekleşirken müdahil olup bu insanlara herhangi bir yardım erme arzu ve emaresi göstermeyen Amerika, Mısır devrimi gerçekleştiğinde hemen harekete geçti ve devrimi durdurabilmek için Sisi’nin iktidara gelmesine yardımcı oldu.

Aynı durum son günlerde Keşmir krizinin gerçekleştiği Pakistan için de geçerli: İmran Han, Keşmir’e özel bir statü veren anayasa maddesini iptal eden Modi’ye karşı ateşli konuşmalar yaptı fakat fiilî bir adım atmadı. Gerçek şu ki Amerika ajan yöneticilere sahip ve bunun karşılığında bu yöneticiler Amerikan menfaatleri ile işbirliği yapıyorlar, IMF ile işbirliğinde olduğu gibi. İmran Han IMF’den borç alıyor ve bu borçlar beraberinde ağır koşulları da getiriyor. IMF politikalarının çoğu direkt yabancı yatırımı kolaylaştıran liberal düzenlemeler, para biriminin develüasyonu, Amerika’dan ithalatın artması, özelleştirmelerin artması şeklinde uzun vadede Pakistan’a zarar veriyor. İnsanlar bu durumdan büyük zarar gördüğü halde hükümet şirketlerin özelleştirmeleri nedeniyle gelir akışı oluşturabilmek için ağır vergiler uyguluyor. Bu strateji borç alan ülkeyi sonsuza kadar borçlu kalmaya itiyor.

Dolayısıyla bu durum gösteriyor ki Amerika kapitalist ideoloji altında güçlü bir ordu ve ekonomiye sahip bir süper güç olması nedeniye hiçbir ülkenin üstesinden gelemeyeceği bağımlılıklar zinciri oluşturuyor. Petrol ticareti dolara bağımlı, ticari faaliyetlerin çoğunluğu dolarla yapılıyor ve neo-liberal enstitüler Amerikan sermayesinin dünyayı sarmasını sağladı. Örneğin Bilderberg ve Trilateral Komisyon, gelişmekte olan ülkelere IMF politikaları dayatarak daha önce zikredildiği gibi Amerika için endüstriyel üretimler yapan Avrupa ve Japonya’da petrol krizleri oluşmasını erteledi.

Bu durum özellikle üçüncü dünya ülkelerinde demokratik, milliyetçi veya devrimci tüm eğilimleri engelleyerek onlarca yıl boyunca Japonya ve Avrupa gibi endüstri dünyasının ve Amerikan dolar sisteminin devamlılığını sağladı. Amerika IMF’yi kullanarak kendi ihtiyaç duydukları hariç dünyanın geri kalanının endüstrileşmesini engelledi. Dahası Amerika 2003’te demokrasiyi kullanarak müttefiki İngiltere ile beraber Irak’a girip petrol alanlarını kontrol etti. Bu Amerika’nın askerî teknoloji ve enerji sahalarının tekelinde bulundurduğu ekonomik, siyasi ve askerî tüm gelişmeleri kontrol etmesini öngören “tüm spektrum üstünlüğü” doktrininin bir parçası idi.

Amerika dünya para birimi rezervini kontrol ediyor ve bunun gereği olarak da dünyada başka bölgelere zarar veriyor ta ki hegemonyası için bir tehdit haline gelemesinler. Her kim bu bağımlılık zincirini kırmak isterse sonunda dönüp geri Amerika’ya koşacaktır. Son zamanlarda görüldüğü gibi İmran Han, Çin–Pakistan ekonomi koridorunu iptal ediyor. Ekonomik yardım, F–16 parçaları gibi askerî destek ve FATF’den (kara para aklanması ve terörizmin finansmanı ile mücadele eden uluslararası organizasyon) ayrılmak için Amerika’ya yüzünü dönüyor. Bu Pakistan’ın, ekonomik, askerî ve genel olarak Amerika ile karşılaştırıldığında Çin’in vereceği desteğin çok kısıtlı olacağını fark etmesinden dolayıdır. Bu durumun sebebi Amerika’nın küresel kapitalist sistemde herkesin kendisi için belirlenen pozisyonda kalmasını gerektiren bir dünya düzeni uyguluyor olmasıdır.

Orta Doğu’da Güç Dengesi

Amerika bölgede ekonomik zorbalıklarla bağımlılıklar oluşturduktan sonra “İsrail’i” Ortadoğu’da güç dengesini sağlamak için kullanıyor. Bunu bölgedeki sermayesini güvende tutmak için yapıyor. “İsrail’in” işbirliğinin karşılığında Amerika da Batı Şeria ve Gazze’de olduğu gibi “İsrail” çıkarlarına yardımcı oluyor. 1967’den bu yana Amerika’nın görüşü demokratlar ve cumhuriyetçiler olarak iki taraf da dâhil olmak üzere “İsrail’in” aşırıcı temelleri ile uyumludur. Bütün dünyanın kınıyor olmasına rağmen “İsrail’in” Doğu Kudüs’e el koyması gibi Amerika istediğini yapması için “İsrail’e” para ve yetki sağlamaya devam ediyor. Ayrıca “Haçlılar” olarak da bilinen Hristiyan aşırıcılık faktörü de “İsrail’e” Filistinli Müslümanlara yönelik barbarca saldırılar yapmasına müsaade ediyor.

Aynı şey İran ve Suudi Arabistan için de geçerli ve Amerika bu ülkeleri de bölgedeki güç dengesini sağlamak için kullanıyor. Bu bölgenin çok kırılgan olması sebebiyledir. İran’ın bir tarafta Pakistan diğer tarafta “İsrail” olmak üzere sağ ve sol komşuları nükleer silah sahibiler ve Amerika yaptırımlar uygulayarak İran’ı bu konuda engellemek istiyor. Eğer İran nükleer silah geliştirmeyi başarabilirse bu durumun “İsrail’in” kendisini tehdit edilmiş hissetmesi sonucunu doğuracaktır. Bunun sonucu olarak fiilî bir çatışma patlak verebilir ve bu durum Basra Körfezi’nde bölgenin petrolünün tehlikeye atılması anlamına gelir. Sonuç olarak petrol fiyatı yükselir ve küresel ekonomi zarar görür. Bu dengeleme politikası sadece Orta Doğu için geçerli değil, dünyanın diğer bölgeleri için de geçerli. Örneğin NATO, Avrupa ülkeleri arasında güç dağıtımı için Amerika tarafından kullanılıyor. Bununla beraber bu saydıklarımız Amerika’nın İslâm dünyasında nasıl nüfuz sağladığına ilişkin kısa bir bakıştır.

Sonuç

Bu çemberi kırmanın yegâne yolu dünyaya gerçek barış ve güvenliği sağlayacak, içgüdü ve uzvi ihtiyaçları doğru bir şekilde düzenleyecek ideolojik bir değişimdir. Tamamen farklı bir ekonomik ve politik sistemle tüm vatandaşlarına adelet, barış ve güvenlik sağlayarak mevcut kapitalist düzeni mağlup edecek bir ideolojik değişimdir. Dolayısıyla tüm bunları başarabilecek tek ideoloji İslâm’dır. Komünizm tarihin çöplüğündedir ve kapitalizm insanların tek umudu olsa dahi ölmekte olan bir umuttur. Dünyadaki birçok insanın değişime karşı pragmatik hale gelmesi nedeniyle, üstün bir şey yerine gelmediği sürece insanlar asla bu sistemden kaçamazlar. Ayrıca İslâm da ideolojisinin gücü sebebiyle askerî güç dengesi mantığına meydan okur. İslâm Medine’nin coğrafi konumu dezavantaj teşkil etmesine rağmen Roma ve Pers güçlerini kovabilmiştir. Doğrusu İslâm 1400 yıl önce yaptığı gibi yeniden gelecek ve dünyayı özgürleştirecektir ve tarih kitaplarına bir sonraki süper güç olarak yazılmayı beklemektedir. O çok yakındır.

هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ

“O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü’nü hidayet ve Hak Din ile gönderendir.” [Tevbe 33]