Modernizmi Avrupa merkezci bir bakış açısına sahip olmak, moderniteyi de Batı Avrupalı bir proje olarak sunmanın doğal sonucu modernistlerin doğmasıydı. Fakat bu kişiler toplumun avam veya orta sınıf tabakasından değil, topluma yön verebilecek nam ve şöhrete sahip olan elit tabakadan çıkmalıydı. Zira “elit” bir düşünce olan modernizmin “orta sınıf” kişilerce anlatılması, Avrupalının medeniyet tasavvuruna tersti. O hâlde bu elit tabakanın oluşması, serpilmesi ve olgunlaşması için “barbar” ya da “uygar olmayan” ülkelerin eğitim sitemlerine müdahale edilmeli, eğitimlilerine servetlerden paylar verilmeliydi. Onlar dünyanın her yerinde “Avrupalı gibi düşünmenin” muazzam lüksünü yaşamalı, kendisi gibi düşünmeyeni kınamalı ve eğitmeliydi.
Fransız İhtilali yaşandığında “bağımsızlık” ve “özgürlük” naraları atanlar ekseriyetle felsefecilerdi. Kimdi bu felsefeciler? Normal bir insanda bulunmayan düşünsel özelliklere sahiptiler. Yani Batı, felsefecilerin üstün zihinsel özelliklerinin olduğu fikrini yücelterek değişimi onların eliyle gerçekleştirdi ki, toplumsal kabul ve meşruiyet sağlanmış olsun. Bu sayede “Batılı Beyaz Adam” halkına ulus devleti kazandırmış, seküler devleti sevdirmiş ve demokrasiye inandırmıştır. Bu başarının kendi topraklarında gerçekleşmesi yeterli olmayıp buna ihtiyacı olan “barbar” ve “geri kalmış” halklara da ulaştırmak gerekirdi. Şüphesiz Batılı olmayan ülkelerin IQ seviyeleri düşük, geleneklerine bağlılıktan dolayı onlarda kültürel gerilik yaşanıyordu. Hatta onlar dinlerini ve peygamberlerini bile Batılılar kadar iyi tanımıyorlardı ki, oryantalist tarihçiler sayesinde tanımış ve anlamışlardı. Batı’daki bu yükseklik kompleksi, Doğu’da alçaklık kompleksi oluşturmadan tatmin edilemezdi. İşte bu sebeple bizim topraklarımızda kültürümüze, geleneklerimize, dinî duygu ve hassasiyetlerimize karşı bağışıklık kazanmış fakat Batılı olan ne var ise kucaklayacak, sahiplenecek “okumuş” taifenin kolları sıvama vakti gelmişti. Tepeden tırnağa sömürgecinin yöntem ve tekniklerini benimsemiş, Batı karşısındaki aşağılık kompleksinin oluşturduğu Batı hayranlığı ile “modernizm”, “uygarlık” gibi kavramları ağzına sakız etmiş, Batı kültür ve medeniyetine sımsıkı sarılmış bir entelektüel taife çıktı. Bu taifenin içinde de amansız bir bağlılık yarışı…
“Çığırından Çıkmış Dünya” kitabında Fikret Başkaya sömürgeci taifenin sinsi bir tuzağını şöyle deşifre ediyor: “Önce Batılının ürettiği ideolojik tezlere tarafsız (nesnel) bilim damgası vuruluyor. Bilim de evrensel olduğuna göre artık uygarlık timsali Batılının her söylediğinde kerametler, hikmetinden sual olunamaz hakikatler bulunacaktır. Batı’da üretilen ideolojik tezler ‘sosyal bilim’ sayılıp dünyanın başka yerlerine ihraç ediliyor.” Ve Yazar tezini şu örnekle ispatlıyor: “…Bir akademisyene, bu söylediklerin saçma dediğimde ‘yok yok, bunu ciddi bir Batı dergisinde okudum’ demişti.” Bu taife, üniversitelerin en şaşalı odalarında, en prestijli etiketlerini kullanarak Batı literatürünü takip ediyor. İşi sadece literatür izlemek olan bu okumuş taife için orada yazılanların doğruluğunu araştırmak “anlamsız” ve boş bir işti. Çünkü “daha doğrusu” henüz yazılmamış, “daha bilimseli” henüz yayınlanmamıştı. Hatta bu daha doğru ve daha iyi olanı da Batı’dan başkasının yayınlaması imkânsızdı. Yerli akademisyenlerin büyük çoğunluğu tezlerini Batılı kaynaklara dayandırmak zorundadır.
“Okullarımızda hangi eğitim bilimcilerin yöntem ve teknikleri kullanılmakta, hangi bilim adamlarının psikolojik ve sosyolojik teorileri okutulmakta ve uygulanmaktadır?” birlikte inceleyelim…
Psikologlarımızın Avusturyalı Sigmund Freud ile beslendiğini düşünürsek, narsist ve egoist bireylerin artmasını yadırgayamayız. Pedagoglarımızın İsviçreli Piaget ile yetiştiğini biliyorsak çocuklarımızın küçük yaşta hafız veya ilim adamı olamayacağını anlamış olmamız lazım. Sosyal Bilimcilerimizin Amerikalı Ericsson’un tezlerini savunarak profesör olduğu bir yerde kendisiyle çatışma yaşamayan birey yok demektir. Yine eğitimcilerimiz Amerikalı John Dewey’den öğrendiklerini aktarıyorsa faydacı ve fırsatçı bir yığın öğrencinin yetişeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu ve buna benzer bir yığın Batılı bilim adamının hayat görüşü, insana ve kâinata dair savunduğu fikirler maalesef ki bizim topraklarımızdaki ilim ve bilim adamlarının da hayat görüşü hâline gelmiş. Kısaca emperyalist Batının kurguları, her zaman ve her yerde geçerliliği olan “hikmetinden sual olunamaz” bilimsel hakikatler gibi sunuluyor; bu şekilde Batılı olmayan beyinler “esir” alınarak, içi Batı’nın aydın görüşlüleri(!) tarafından nakış nakış işleniyor.
Batı sömürgeciliği, halkın zihnini her tür içerik ve biçimden boşaltmakla kalmaz, geçmişini sapkın bir mantıkla işleyerek çarpıtır ve tarihine düşman eder. Eğer sömürgecilik kılık değiştirerek akademik bir şekilde yoluna devam ediyorsa işte bu “geçmişi silinen” sömürülmüş toplumun bugünü yorumlama, tahlil etme yeteneğini kaybetmesinden dolayıdır. Bunu gerçekleştirmiş bir Batı için artık her yerde sömürge valisi veya askeri bulundurmak gerekmiyor. BM, NATO, AİHM, Dünya Bankası, Barış Gücü gibi ismi kulağa hoş gelen örgütlerin iyi niyet elçileri, insan hakları uzmanları, barış temsilcileri bu tip görevleri layıkıyla yürütüyorlar. Bu memurlar bulundukları her yerde yasal zemine oturttukları ofislerinde, yüksek maaşlarla çalışarak yerli elit tabakanın düşünce dünyalarına giriyorlar ve oradan bir virüs gibi yayılarak, akletme, yorumlama, eleştirme yetilerini bloke ediyorlar. Onlara hazır cümleler, kalıplaşmış kavramlar ve kapsül hâlinde fikirler bırakıyorlar.
Mustafa Kemal’in son meclis konuşması yönetimde –Kur’an-ı Kerim’i nispet ederek- “gökten indiği sanılan kitapların dogmasıyla değil, bizzat hayatın içinden çıkaracağı hükümlerle” kısaca ‘laiklik’ ile yöneteceği vurgusuyla başlamıştı. Konuşmasının sonunda bu devleti “uygar medeniyetler seviyesine” çıkaracağını iddia ederek bitirmişti. Yani uygar, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşabilmenin ön şartı İslâmi olan ne varsa söküp atmaktı. İnkılaplarının büyük çoğunluğu işte bu anlayıştan doğmuş, laik-seküler inkılaplardı. Çünkü o, bu fikri Batılı yöneticilerden almış, hiç değilse Batılı gibi olma ihtiyacı hissetmişti. Ülkenin kurtuluşu Avrupalının yolundan gitmek, ona benzemek, uygarlaşmak yani Batılılaşmaktı.
Bu hedef eski kafalı Kemalistlerde olduğu gibi maalesef yeni nesil Neo-Kemalistlerde de mevcut. “Ulus devlet” anlayışına sıkı sıkıya bağlı, vatan ve millet duygularının canhıraş coştuğu bir toplum oluşturdular. Bu toplumu İslâmi köklerinden kopararak, ümmet anlayışının zaafa uğradığı, vakıaya teslim olmuş, reel politik hastası bir toplum hâline getirmek için çalıştılar. Batı kültür ve medeniyetine hayran olmuş eski Kemalist taife, toplum içerisinde elitist ve jakoben bir duruş sergileyerek kendilerince Müslüman halkları “adam etmeye” çalıştılar. Kendileri gibi giyinip kendileri gibi düşünen insanlar ile yollarına devam ettiler. Diğerleri kötü, pis ve zararlıydı. Her ne hikmetse bu tek tipleştirme hastalığı bugünün yerli elitlerinde de oldukça fazla… Suriye politikasındaki zikzaklara rağmen bütün uç görüşleri aynı anda savunacak elitler oluşturdular. “Esed ile masaya oturmalıyız” dediklerinde gözü kapalı Esed’ci olanlar, Rejim ordusuyla savaşıldığında ona düşman kesildiler. Filistin davası söz konusu olduğunda “İsrail” düşmanı kesilenler, “İsrail” ile anlaşma imzalandığında “başka ulus devletlerin işlerine karışılmaz” dediler. Amerikan ambargoları karşısında antiemperyalist takılanlar, “ABD ile sıkı ittifak halindeyiz” cümlesini duyduklarında övünmeye doyamadılar. Kendileri gibi konjonktürel olmayanlara da “kafadan dinci” yaftası vurdular. Demokrat olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşayan bu elit, yazar, akademisyen taife kalemlerinden kan damlayan birer zombiye dönüştüler. Fiziken canlı ve diri olmalarına rağmen ufukları, bakış açıları ve ruhları satın alınan zombilere…
Büyük Orta Doğu Projesi’nin temel mantalitesi şu idi: İslâm toplumları asla kendiliklerinden modernleşemezlerdi. Çünkü onlar göçebe, iz bırakmayan uçsuz-bucaksız çöllerde oradan oraya savrulan, zaman zaman yerleşik bölgelere akınlar düzenleyip yağma ve talan eden ya da zorla insanları kendi acayip, fanatik dinini kabul etmeye zorlayan göçebe aşiretlerdi. İşte “BOP eş başkanlığı” yapanlar ve onlarla birlikte dünyayı modernleştirmeye çalışan yerli işbirlikçiler böylesi kutsal(!) bir görev taşıyorlardı. Ama ne hazindir ki, Haçlı kutsiyetinde bir işi görev addedenler İslâm kültür ve medeniyeti ile “adam” olabilmişlerdi. Ağacı görüp ormanı göremeyen bu yerli elitler, “yeni dünya”yı Batı’nın inşa edeceğine inanmışlardı ya da inanmak istiyorlardı. Kendisi Müslüman olduğu hâlde yeni dünyayı İslâm’ın kuracağı düşüncesi onlar için felaketti. İşte bu tip insanlar, her alanda uzman olan, bilgi ve kültürü “hap” hâlinde Batı’dan alan, dünyanın gerçekliğinden uzak ama zulmü ve haksızlığı sırf “Batı’dan geliyor” diye meşru kılan, fildişi kulelerinde miskin ve âtıl bir şekilde gelecek talimatları bekleyen kişilerdir. Tam bir burjuva düzeninin istediği tip…
وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ
“Bilerek hakkı batılla karıştırmayın ve hakkı gizlemeyin.” [Bakara 42]
İşte Batı Medeniyetini ayakta tutan eğitim, kültür ve akademi dünyasındaki çalışmalarının özü ve esası budur. Çünkü salt “medeniyet” tasavvurları Batı’yı ayakta tutmaya ve onun bekasını sağlamaya elverişli değildir. Tıpkı bunun gibi medeniyetlerini ayakta tutma çalışmalarından biri olan “aile ve toplum yozlaşması” konusuna bir sonraki yazımızda değineceğiz.