Öyle bir sistem ki faiz ve kâğıt para düzenbazlığı ile şirketokrasiler ilahlaştırılırken bunların altında kalanlar ise bu şirketlere adeta köle yapılmakta. Gelişmemiş ve nispeten gelişmekte olan ülkelere BM, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar çeşitli fonlardan yardım adı altında destek vererek, destekledikleri ülke ve halkaları borçlandırmak suretiyle onlar üzerindeki tahakkümlerini ebedileştiren. Önce savaş çıkarıp sonra hiçbir değer tanımazlıkla savaş üzerinden ticaretini yapan, güçlünün hukukunu esas kılan, anti virüs üretip sonrasında virüs yayan, kaynakları talan edip halkları açlığa mahkûm bırakan… Yardım kuruluşları ile sözde yardımlarda bulunan, insanları sağlığından ederek yaşam destek ünitesine mahkûm bırakan, akıl-ruh dengesini bozaraktan tımarhanelere dolduran, kendi ihtiyacını karşılamaktan uzaklaşınca darülacezelere mahkûm edilen insanlar… Bugün yeryüzünün tamamını işgal eden demokrasi düzeninin insanı, toplumu getirdiği girdaptan bahsediyorum. Elbette bu makalede amacım demokrasinin çürümüşlüğü, batıllığı ve sonuçlarını tek tek ele almam olmayacaktır. Bunlar hepimizin malumu olan hususlar… Burada ilk paragrafta bu hususlara değinmem küresel düzeyde bu sistemin nasıl bir çalışma yöntemine sahip olduğuna dikkat çekmek istememdendir.
Eflatun’un; “şarlatanlar düzeni” olarak tasvir ettiği demokrasi, Batılı halkların inanç ve değerleriyle uyumluluk arz ettiği için bu ideolojinin, inancın onların hayatlarını düzenleyen bir nizam olmasını anlayabilmekteyiz. Halkları Müslüman olan İslam coğrafyasındaki insanların hayatlarının her alanını işgal eden, ne akidesi ile ne de bu akideden çıkan hükümlerle hiçbir alakası olmayan ve hatta tamamen zıt olan bir işgal düzeninin Müslümanlar arasında etkisini her geçen gün barizleştirmeye çalışması oldukça düşündürücüdür. On yıllardır siyasi partilerin başındaki şarlatanların elleriyle kah “vatan-millet Sakarya” edebiyatıyla, kah “din elden gidiyor”. Kah “şeriat geliyor” korkutmaları, ekonomik vaatler, daha özgür olma, daha ileri demokrasi, vs. vs. gibi psikolojik baskılarla halklar bir seçimden diğer seçime adeta yarış atları gibi koşturulmakta. Ve bu işgal düzeni devam ettiği sürece de bu koşturmanın, savrulmanın sonu gelmeyecek gibi…
Avamın; süslü kelimelerle, çılgın vaatlerle, bir takım korkutmalarla savrulmalar yaşamasını anlayabiliriz. Lakin avamın danıştığı; mürekkep yalamış, okumuş, haddi zatında belirli bir ilmî seviyeye kavuşmuş, yarım metre sakallarıyla fetva veren zatlar… Füruatla alakalı meselelerde gösterdikleri keskinliği, sertliği, akidelerine halel getirecek düzeyde olan demokrasi düzeninin ritüellerine çağrıyı görev bilip hatta farz görecek derecede fetva verenler… Ve hatta bu ritüellerin dışında kalan Müslümanların, haram ve cürüm işlediğini iddia edecek kadar pusulasını şaşıran hocaların, kanaat önderlerinin durumunu anlamakta zorluk çekiyorum. Tabii “bu, ilimden kaynaklanan bir cesaret mi, yoksa nefisten kaynaklanan bir cüret mi?” sorusunu kendime sormadan edemiyorum. Gerçekte ilimden kaynaklanmış olsa idi muhkem naslara tâbi olunurdu. Yine açık nasların hakikatleri bir tarafa bırakılarak vakıayla uyumlu olmayan bir takım geçmiş kıssalar, kati delilden neşet etmemiş bir takım kaideler, tarihî hikâyeler kullanılmak suretiyle hevalarına dayanak kılınmazdı.
İşte tekrar bir seçim arifesi mevcut sisteme eklemlenen cemaatler, vakıflar, dernekler, kanaat önderleri sanki Halife’ye biat eder gibi işgal düzeninin şarlatanlarına bağlılık beyatında bulunmak için adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Meydanlarda dünyevi vaatlerle halkı aldatan şarlatanlar, dergâhlarda ise halkı Allah ile aldatan belamlar aynı düzenin değirmenine su taşıyan ortaklar…
Yine geçmişte mevcut düzene yaklaşmayı, içinde bulunmayı kerih gören, küfür gören bir takım sözde “muvahhit” Müslümanlar, bugün fasit düzenin şarlatanları olmaya aday olmak suretiyle bin bir tevil ile hakkı eğip büktüklerine şahit olmaktayız. Sanki geçmişten hiç ders çıkarılmamış, ibret alınmamış gibi, dün kendileri gibi “sistemi değiştireceğiz”, “Müslümanların haklarını savunacağız”, “orada Müslümanlar olmazsın da dinsiz laik Kemalistler mi olsun?” diyerek yola çıkanların, bugün geldiğimiz noktada sistemin tuğlası, harcı, demiri, betonu, çarkı, dişlisi olup onun yılmaz savunucuları olduğunu ya göremeyecek kadar körler ya da anlamak istemeyecek kadar art niyetliler.
Nihayetinde düşünceleri, ufukları, ölçüleri, hayalleri demokrasiyle işgal edilen zihinlerin, şerefli bir yolu aramaktan uzak mevcudun içinde oyalanmaya gönüllü, birkaç kırıntıya razı, sistemin dışına çıkmaktan korkan, düzeni değiştirme ufkundan ve cesaretinden uzak, aldanmaya, aldatmaya hazır mankurtlar haline getirildiği bilinmelidir. Bugün sistemi değiştirme farziyetine, gerekliliğine, ufkuna, cesaretine sahip olmayanlar yani bataklığı kurutma hedefinden uzak olanlar, bataklığın ürettiği sineklerle uğraşmayı kendilerine hedef yaptılar. Lakin bu sineklerle uğraşırlarken o bataklığın kendilerini de içine çekip kendinden bir parça yaptığının farkına dahi varamadılar. Başlangıçta belki iyi niyet ve temennilerle yola çıkıp değiştirmek isterken değişenler, dönüştürmek isterken dönüşenler, “dik duracağız” diyenlerin yamulması, “hak için mücadele edeceğiz” derken batıla hizmetkâr olanlardan hiçbir ders, ibret almaksızın düşmanın açık bıraktığı kapıdan girmek için tüm imkânlarını seferber edenler…
Siyasi ilimden, ferasetten, basiretten uzak sözüm ona yeni müdavimler düşmanın açık bıraktığı kapının nereye çıkacağını bilmiyor musunuz? Allah Rasulü’nün; “Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz.” uyarısını hiç duymamış gibi 97 yıldır aynı delikten, aynı yılan tarafından, aynı yerden defaatle ısırılma size bir ibret olmadı mı? Haydi, kendiniz bu cürme girme düşüklüğünü gösteriyorsunuz, peki ya arkanızdan sürüklediğiniz kitlelerin vebali sizi hiç mi ürkütmüyor?
Bunca şarlatan ve saptırıcının, toplumu bir seçimden diğer seçime savurup toplumun iman ettiği akidesinden çıkan çözümleri unutturması, hedefsizleştirmesi, dünyevileştirmesi karşısında bu saptırıcıların kullandığı yol mu, yoksa bunun karşısında vahyi esas alan Rasul’ün örnekliği ve yolu mu takip edilmesi gerekirdi?
İnsan onur ve haysiyetini hiçe sayan “özgürlük” adı altında itibarsızlaştıran, ekonomik sömürüyü ilke edinen, inanç ve değerlerini aşağılayan, fıtratı bozan, işgal düzeni içinde, sistem içi çözümlerle hangi hak ve hakikat hâkim kılınabilir ki? İslam akidesi ve bu akidenden çıkan çözümleri bir tarafa bırakıp kokuşmuş düzenin basit menfaatlerinin ardına düşecek kadar düşük davranışlar sergilemek elbette hiçbir Müslümana yakışmayacaktır.
Din’in sahibi de, hükmün hâkimi de, ölçünün kaynağı da Allah Subhanehu ve Teâlâ olduğunu kabul eden diller, fiile gelince neden sözlerini yalanlar?
Ortada, gayri İslâmi olan merdut düzenin batıllığını şüpheye mahal bırakmayacak onca açık nas varken neden ona yaklaşmak için kati nasların arkasından dolanarak zorlama teviller ve hakikatinden uzaklaştırılmış kaidelerle İslâm kalesinde gedik açılmaya çalışılmakta? Bu eylemler kime ve neye hizmet olarak görülmeli?
Partizanlaşan, amaç kaybına uğrayan, şahit olduğu zulme, zorbalığa karşı inancının gereği olarak karşı durması, en azından sesini yükseltmesi gerekirken neden susar oldu diller?
Allah’ın egemenlik hakkını gasp eden bu gasıp düzen ve başlarındaki şarlatan yöneticilere muhabbet beslemek ve onların peşinden gitmek, hakkı incitmek değil midir? Bunlar, belki dünyamızı imar edebilirler lakin ahiretimizi ifsat etme yarışına girmelerini görmemiz gerekir.
Bunca savrulma ve bu şekilde olumsuz bir tablonun ortaya çıkmasının gerçek sebebi daha yolun başında iken hedefin, amacın, netlikten uzak, hangi yol üzerinde seyredileceği ile alakalı sağlam dayanakların olmaması ki şer’i delillerden yoksunluktan bahsediyorum. Bu esaslardan uzak olan cemai, kitlesel yapılar, bulundukları zamanın atmosferi ne ise ona göre davranış sergileyen, atmosfer ve zamanın değişmesiyle yeni atmosfere göre davranış sergileyen yapılar haline gelmektedir. Bu yapılar sürükledikleri kitleleriyle beraber bir bu tarafa, bir diğer tarafa savrulmuş oluyorlar. Bakın geçmişte düzenin Müslümanlara uyguladığı bir takım baskılar neticesinde genel anlamda Müslümanlar arasındaki atmosfer, sisteme düşmanlık ve sistemin değişmesi gerekliliği üzerine bir anlayıştı. Fakat zaman geçip bir takım özgürlükler adı altında sunulan gevşemelerle birlikte bugün oluşan atmosfer, “daha çok demokrasi, daha çok özgürlük”, dünün değişilmesi istenen sistemin, düzenin bugün sahiplenilen, korunulan ilerletilmeye çalışılan düzen haline gelmesi hedef ve metot tasavvurundan uzak olmanın getirdiği sondur.
Durum gerçekten vahim, zor, sıkıntılı olsa da bir gerçek de var ki o da: hedefini ve metodunu şer’i naslarla kayıtlayan, hedefine ulaşmak için önüne çıkan hiçbir engele takılmayan, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeyen, hiçbir zorluğa boyun eğmeyen, dünyalık hiçbir menfaat için davasından geri durmayan, şartlara göre faz değiştirmeyen, tek ölçüsü helal-haram olan, yolu Rasul’ün metodu, hedefi İslâmi hayatı tekrar başlatmak üzere Râşidî Hilâfet olan Hizb-ut Tahrir’in, ümmetin umudunu tekrar yeşerten büyük bir fırsat olduğu gerçeğidir.
Bu vesileyle biz, demokrasi düzeninin gasp düzeni olduğu, başındaki yöneticilerin toplumu ifsat edici, vaatlerinin aldatıcı, seçimlerinin haram ve cürümlere yol açıcı olduğu, bunlara cevaz verenlerin insaf ve adaletten uzak olduklarını Müslüman kardeşlerimize hatırlatıyoruz ki bu zulme ortak olmasınlar.
Nitekim Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in “Zalim de, mazlum da olsa kardeşine yardım et!” buyurduğunda sahabenin, “Ey Allah’ın Resulü mazlumken yardım ederiz de, zalimken ona nasıl yardım edelim?” sorusuna Rasulullah, “Zulmüne engel olarak…” karşılığını verdi. (Hanbel, Müsned c.15 s.544)
Rabbim; hakka teslim olup tüm batıllardan ve şarlatanlardan Müslümanları emin kılsın ve razı olduğu dinini tekrardan yeryüzüne hâkim kılmakta bizleri memur ve muzaffer kılsın. (Âmin)