4 Kasım 2016’da Paris İklim Anlaşması ile yeniden gündeme gelen “küresel ısınma” meselesi, içeriğindeki maddeler nedeniyle adeta bir “esaret anlaşması” niteliğindedir. Zira BM çatısı altındaki kısa adı UNFCCC olan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, taraf devletlere hayatın hemen her alanında ciddi kısıtlamalar öngörmektedir:
• Sanayide üretim sınırlandırması,
• Seyahatlerin karbon ayak izi bildirimiyle kontrol altına alınması,
• Araçların uydu takibi,
• Karbon puanlama sistemine göre vergilendirme,
• Et tüketimi ve hayvan yetiştiriciliğine getirilen sınırlamalar,
• Ata tohumlarının yasaklanarak hibrit tohumların teşvik edilmesi,
• Kimlik çipleriyle insanların hareket ve seyahat rotalarının izlenmesi,
• Dijital para sistemiyle bireysel servet ve harcamaların kontrol altına alınması...
Tüm bu maddeler, bağımsızlığımıza “açık bir tehdit” niteliğindedir ve şu anda Meclis’te görüşülmeyi beklemektedir. Ne yazık ki, geçmişte olduğu gibi bu tür anlaşmalar yine “talimatla el kaldıran vekiller” eliyle onaylanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Zira bugüne kadar hükümetin Meclis’e sunduğu hangi sözleşme layıkıyla okunup incelendi?
Oysa bu sözleşme yalnızca milletin değil, bizzat kendi geleceklerinin de ipotek altına alınması anlamına gelmektedir. Bu nedenle milletvekillerinin, partizanca değil, vicdanî ve insanca bir duruş sergilemesi elzemdir.
AK Parti iktidara geldikten sonra, Türkiye’nin taraf olduğu neredeyse tüm uluslararası sözleşmeleri hiç tereddüt etmeden onayladı. Bu bağlamda, “iklim değişikliği” bahanesiyle getirilen düzenlemeler de uzun süredir gündemlerindeydi.
Aslında “İklim Değişikliği Kanunu” çok daha önce yürürlüğe sokulacaktı; ancak uygun zemin henüz oluşmamıştı. Bu zemin, önce zihinlerde inşa edilmeliydi. Nitekim 29 Ekim 2021’de, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın adına “İklim Değişikliği” ibaresi de eklenerek, “toplumsal algı mühendisliği” başlatıldı. Bu sembolik ama kritik adımla birlikte bakanlık düzeyinde sistemli bir hazırlık süreci işletildi.
Şimdi ise o süreçler tamamlandı ve sıra yasal zemini resmileştirmeye geldi. Hazırlanan İklim Değişikliği Kanun Teklifi, Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlandı. 20 maddeden oluşan teklifin ilk dört maddesi, herhangi bir tartışmaya dahi açılmadan “sorgusuz sualsiz” kabul edildi.
Kabul edilen maddelere göre, hazırlanan kanun teklifi sözde “yeşil büyüme vizyonu” ve “net sıfır emisyon hedefi” adı altında pazarlanıyor. Ancak teklifin içeriği, iklim değişikliğiyle mücadele kılıfı altında, küresel şirketlerin ve finans çevrelerinin egemenliğini güçlendiren “sermaye-sermaye ilişkisine dayalı” bir denetim rejimini inşa ediyor. Yasa; sera gazı emisyonlarının azaltılması, “iklim değişikliğine uyum” adı altında yapılacak faaliyetlerin planlanması, uygulanması, finansmanı, izin ve denetim süreçlerini ve bu kapsamda oluşturulacak yasal ve kurumsal çerçeveyi belirliyor.
Teklifin içerisinde geçen kavramlar ise, aslında meselenin hangi istikamette ilerlediğini gözler önüne seriyor:
• Adil Geçiş (piyasa ve emek arasında geçici uzlaşma arayışı),
• Birincil Piyasa (karbon üzerinden ticari kâr alanı oluşturma),
• Denkleştirme (emisyon salan ile para ödeyenin eşit görülmesi),
• Emisyon Ticaret Sistemi – ETS (karbonun borsa malı haline getirilmesi),
• Gömülü Sera Gazı Emisyonları (ithalat/ihracat mallarının karbon içeriğine göre vergilendirilmesi),
• Gönüllü Karbon Piyasaları (özel sektör için yeni rant alanı),
• İklim Adaleti (eşitlik iddiasıyla kontrolü meşrulaştırma).
Bu tanımların tamamı, aslında yeni bir ekonomik denetim sisteminin ayak sesleridir. Sınırlar kalkıyor, karbon pasaportları, karbon karneleri, kişisel karbon bütçeleri konuşuluyor… Yani mesele iklim değil; insanın yaşam tarzı ve tüketim biçimi hedefte.
Her ne kadar “yeşil dönüşüm”, “iklim adaleti” gibi süslü kavramlarla hoş gösterilmeye çalışılsa da, bu yasal düzenleme uzun vadede ülke ekonomisinde derin tahribatlara yol açacak; hem kişisel hem de toplumsal hayatı baltalayacak, dahası ülke bağımsızlığını doğrudan tehdit edecektir.
Paris İklim Anlaşması’nın dayattığı bu çerçeve, 2020 yılında yürürlükten kaldırılan Kyoto Protokolü’nün yerini almıştır. Ne var ki, Amerika Birleşik Devletleri, Kyoto’ya taraf olmadığı gibi, Paris Anlaşması'ndan da resmen çekilmiştir. Yani bu küresel dayatmaları bizzat ortaya koyan ülkeler bile, kendileri için bağlayıcı kılmamıştır.
Peki, böylesi bir sözleşmeye neden taraf olunur?
Her şeyden önce, siyasal üstünlüğü ellerinde tutan devletler, uydu devletlere istedikleri sözleşmeleri -kendileri imzalamasalar bile- rahatlıkla dayatabilirler. Bu dayatmanın ilk adımı, sözde “teşvik”tir: Sözleşmeye imza atılması karşılığında belli miktarda döviz hibesi sunarlar. Ancak verdikleri bu parayı, sözleşme hükümlerine uygun kullanılıp kullanılmadığını da bizzat denetlerler.
Bununla da yetinmeyip, anlaşmayı kabul etmeyen ülkelere yönelik ticari yaptırımlar devreye sokulur. Fazla karbon salımı yaptığı gerekçesiyle:
• Ticaretleri askıya alınır,
• İhracatlarına kota uygulanır,
• Ürünlerine sertifika verilmez,
• Ürettiklerine patent engeli konulur.
Ancak bu işin asıl trajedisi şudur: Dünyayı en fazla kirleten ülkeler -ABD, Avrupa Birliği, Çin ve Hindistan- bu yaptırımların dışında kalır.
Mazotla dünyayı kirlettikten sonra elektrikli araçlara geçip mazotu yasaklarlar. Hayvancılığı yok ettikten sonra yapay et üretimine başlarlar. Tarımı çökertip ardından suni gübreleri piyasaya sürerler. Yani önce tahrip eder, sonra “çözüm” diye yeni bir pazar yaratırlar.
Bugün, son teknoloji silahlarla Gazze, Suriye, Lübnan gibi coğrafyalara bombalar yağdıran Amerika, yıkılan binalardan çıkan radon ve asbest gazlarıyla atmosferi zehirlerken, dünyanın geri kalanına “temiz ve sürdürülebilir bir hayat” mı vadediyor?
Üstelik kendisi bu sözleşmelere taraf dahi değilken…
Yüzbinlerce insanı açlıkla, savaşla, kuraklıkla kıvrandıran Batılı devletler, şimdi kalkıp da yaşanabilir bir çevre mi öneriyor? Üretimi sınırlayıp ihtiyacı sınırsız göstererek kurdukları bu sömürü düzeni, sözde çevreci maskelerle mi temize çıkacak?
Afrika’da tifo, kolera gibi salgınlardan kırılan yoksul halkın sera gazı emisyonunu nasıl ölçecekler? Ne gibi kriterler uygulayıp, hangi ölçüyle yaptırım uygulayacaklar?
Siyaset boşluk kabul etmez, hayat da öyle. Ne yazık ki Batılı ülkeler, oluşan her boşluğu değerlendirecek planlarını çoktan yapmış durumdalar. Yeni sektörler açıyor, yeni vergi kalemleri getiriyor, yeni patentler ve üretim kriterleri dayatıyorlar. İçtiğimiz sudan yediğimiz yemeğe kadar her şey için kural ve kaide koyuyorlar.
Yapay et, kimyasal sebze ve GDO’lu tarım ürünleri ile verimliliği artırma yalanları söylüyorlar. Oysa işin gerçeği şu: hastalıklı bireyler, sadece kendi lisanslı ilaçlarıyla tedavi edilebilecek genetik rahatsızlıklar üretiyor, bu kurguyu da döngüsel bir kazanca çeviriyorlar.
Tüm bu vahşice işleyişe rağmen, bu toprakların yöneticileri en küçük bir boşluğu bile doldurma ihtiyacı duymuyor. Ne kısa ne orta ne uzun vadeli tarım ya da hayvancılık programları var. Her şeyi Batı’dan ithal etmeye devam ediyorlar. Çünkü onlara göre iyi ve güzele dair ne varsa Batı’dan gelir.
Koltuklarını, şöhretlerini ve iktidarlarını, nesillerin korunmasına ve kalkınmasına tercih ediyorlar. Hayata, siyasete ve iktisada dair oluşacak hiçbir boşluk için planlama yapmıyor, hedefe kilitlenmiyor, fikir üretmiyor, fiil ortaya koymuyor ve başarıya ulaşmayı zaten düşünmüyorlar. Çünkü başarmak gibi bir dertleri yok.
Hazır ve hap bilgilerle dezenformasyona uğruyor, önlerine konulan -daha doğrusu dayatılan- sözleşmeleri imzalamaktan artık imtina etmiyorlar. Ezberletilmiş bir refleksle, oyuncak robotlar gibi el kaldırıyor ve sunulan yasa tekliflerini sorgusuz sualsiz kabul ediyorlar.
Batı’ya öykünüyor, Avrupai yaşam tarzını benimsiyorlar. Oysa iklimin değişmediğini, atmosferin bu kadar da kirlenmediğini bal gibi biliyorlar. Ancak fark etmedikleri şey; yaşam tarzlarının, fikirlerinin ve tavırlarının ne denli değiştiği...