İnsanın fiillerine derin bir bakış, fıtratı itibariyle/tabii hâliyle onun istikrarlı olma noktasında zafiyet içerisinde olduğunu gösterir. Çünkü onun fiilleri fikir ve duygularının tesiriyle oluşmaktadır. Fikir ve duyguların tahrik edildiği, adeta zirveye ulaştığı durumlarda onun hareketleri/amelleri tabii hâline göre çok daha fazla hareketlilik gösterir. Bir süre sonra, oluşan bu enerji ve atmosferin düşmesiyle amellerindeki hararet ve hızlılık da düşmeye başlar. Bu hâl aslında insanın her işte tabii/doğal hâlidir. Yeni bir eşya aldığında, yeni bir şey öğrendiğinde, yepyeni bir hayat görüşüne/ideolojiye sahip olduğunda onun şahsiyetinin değişmesiyle zihninde oluşan fikir ve duyguları, insanı amel etmeye sevk eder. Bu yüzden insanın amelleri böyle, ileriye-geriye doğru, gidip gelen ve bazen de durağan bir seyir izler.
İşte, insanın bu amellerini, kendisi ve ümmetin hayrı için düzenli bir hâle, hakeza davetini istikrarlı bir duruma getirmek kaçınılmaz olmaktadır ki; amellerinde daimi bir istikrar, süreklilik, bir düzen içinde sürüp gitme, kararlılık ve devamlılık hâsıl olsun. Çünkü Müslüman herhangi bir insan değildir. O, Rabbine, O’nun Rasulü’ne, kitabına, meleklerine, ahiret gününe ve hayrının ve şerrinin Allah’tan olduğu kaza ve kadere kat’i bir şekilde iman etmiştir. Bu iman, onu düşüncelerinde İslâm akidesine, amellerinde de şer’î hükümlere bağlanmayı bir esas ve ölçü hâline getirmiştir. O, öyle bir ideolojiye iman etmiştir ki, bu ideoloji onu; sağlıklı düşünen, olaylara belli bir açıdan bakan, İslâmi bir bakışla hayata bakan ve hayatın yalnızca İslâm ile değişmesi gerektiğini düşünen ve bunun için çalışan bir dava adamı hâline getirmiştir. Ki o, Müslümanların vakıasını kısaca analiz ettiğinde; kapitalizm, komünizm ve onların ürettiği batıl fikir ve nizamların esareti altında Müslümanların kıvrandığını, küfrün tüm dünyaya hâkim olduğunu görür. Bununla birlikte, İslâm’ın hayat, devlet ve toplumda tatbik edilmediğini de idrak eder. İşte tüm bunlar ve İslâm’ın hayata yeniden tatbik edilmesinin farz olduğuna dair hükümler Müslümana, daveti taşımasının ne kadar önemli bir mesele olduğu, ölüm-kalım meselesi olduğu hakikatini uyandırır ve o, farzı eda etmek ve haramlardan kaçınma sorumluluğu ile birlikte davette istikrarın önemini kavrar ki daveti, hayat devam ettiği müddetçe istikrarlı, sürekli/devamlı bir şekilde yürüsün.
İstikrarın önemi şu naslarda vurgulanmaktadır:
Allah Subhanehu ve Teâlâ, sorumluluğumuz altında bulunan aile efradına namazı emretmemizi ve kendimizin de ona devam etmesini istemekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Ailene namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol!” [Taha Suresi 132]
Aişe RadiyAllahu Anha’nın anlattığına göre; yanında bir kadınla otururken Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem girdi ve Aişe’ye, “Bu kadın kimdir?” diye sordu. Aişe RadiyAllahu Anha “Filan kadındır”, dedi ve kıldığı namazları uzun uzun anlatmaya başladı. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem Efendimiz, “Uzatma! Gücünüzün yettiğini yapın. Allah’a yemin ederim ki, siz usanmadıkça Allah usanmaz (Yani sizin takatinizi kat kat aşacak bir şekilde dahi yapacağınız ibadetleri Allah kabul eder; fakat hiçbir zaman işinizi gücünüzü bırakıp bütün vaktinizi ibadete hasretmenizi istemez.) O’nun en sevdiği ibadet, az da olsa devamlı olan ibadettir...” buyurdu. [Buhari, Müslim]
Aişe RadiyAllahu Anha’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: “Amellerin, Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı az da olsa en devamlı olanıdır.”
Bu hadisin açıklamasında Zekeriya Güler, Kâsım b. Muhammed’in şu gözlemini aktarır: “Âişe, amel işlediğinde onu devamlı yapardı.” Yine hadisin diğer ravisi Ebu Seleme, “Muhammed’in âli/ehl-i beyti bir amel işledikleri zaman onu devamlı olarak yerine getirirlerdi.” diyerek aynı noktaya, devamlılığa yani istikrarın önemine açıkça vurgu yapmaktadır.
Ayrıca, Aişe’nin Rasul-i Ekrem’den rivayet ettiği şu hadisi, konu bütünlüğü açısından burada zikretmekte fayda var: “‘Orta yolu takip edin ve ümitvâr olun. Zira hiçbir kimseyi ameli cennete sokmaz.’ Efendimizin bu sözlerinin ardından sahabe, ‘Sende mi, ya Rasulullah?’ diye sorunca, Rasulullah şu cevabı verir: ‘Ben de öyle. Allah’ın bana rahmetle muamele etmesi müstesna (o takdirde netice farklı olur). Biliniz ki, amelin Allah’a en sevimli geleni az da olsa devamlı olanıdır.’”
“Az da olsa devamlılık” anlayışı, Müslümanın hayatının her anında, geçerli olması ve dikkat edilmesi gereken bir durumdur. İş hayatından, eğitim hayatına, kültürel gelişimden şahsiyetini güçlendirmeye, ibadetten daveti taşımaya kadar, her alanda düşünmesi ve uygulaması gereken bir mefhumdur. İşyerinde ya da tarlada çalışan işçiden, makinada çalışan operatöre, mühendisten doktora kadar herkesten istenen şey istikrarlı, devamlı, düzenli bir şekilde çalışmasıdır. Hiç kimse, işini doğru yapmayan, bir gün çalışıp iki gün yatan bir çalışanı sevmez, onun bu işinden memnun olmaz, o insanın bu tutumu toplum ve insanlar nezdinde kabul görmez. Çünkü o, kanaat eden, az da olsa işini kararlılıkla, sürekli yapan istikrar sahibi bir insan değildir.
Hayatın normalinde istikrarın önemi böyle ise; davetin taşınmasında da, çok daha önem arz etmektedir. Çünkü Müslüman, Rabbine teslim olandır. Teslimiyet ise sorumluluğu, hesaba çekilmeyi, cezalandırılmayı veya mükafatlandırılmayı, farzları yerine getirmeyi, haramlardan kaçınmayı ve hatta nafilelerle Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya yaklaşmayı/takvayı gerektirir. Nitekim davetin taşınmasında istikrarın âlâsını Allah’ın Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve onun seçkin sahabelerinde görmekteyiz:
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, “Ey örtülere bürünen peygamber! Kalk!” [Müzzemmil Suresi 1-2] ayeti nazil olduktan sonra, İslâm risaletinin insanlığa taşınması için bir mücadele başlatmış, buna karşı müşriklerin her türlü baskı, tehdit, işkence ve tekliflerine rağmen, samimiyet ve kararlılıkla davetine devam ederek, onlara meydan okumuştur. “Bir elime ayı, bir elime de güneşi verseniz, yolumdan asla dönmeyeceğim” derken davette istikamet üzere olmanın istikrarla daveti taşımanın en güzel duruş ve örneğini sunmuştur. O ve ashabı gece-gündüz demeden, yoldan asla geri dönmemiş, devamlı surette davetini taşımış, sonunda Medine’de Ensar ve Muhacirlerin desteğiyle Râşidî Hilâfet Devleti’ne ulaşmıştır…
Nuh Aleyhi’s Selam’ın kavmi ile mücadelesinde de azim, kararlılık, samimiyet ve davette devamlılığı, yılmadan-usanmadan istikrarlı bir şekilde davetin taşınmasının gerekliliğini görmekteyiz. Nuh Aleyhi’s Selam, başta insanları, gece gündüz davet etmiş, fayda vermeyince asla yılmamış, onları açık ve gizli davet etmiştir. 950 yıl süren bir ısrardan, yılmadan, yorulmadan, umutsuzluğa kapılmadan, her fırsatı değerlendirerek onları davet etmiş, onlar ise çocukça bir karşılık vermiş, Allah’ın elçisini görmemek ve duymamak için parmaklarını kulaklarına tıkamışlar, elbiselerle yüzlerini kapatmışlardı. Buna rağmen Nuh Aleyhi’s Selam davetinden geri dönmemiş, kutsal mesleğine ısrarla devam etmiştir.
“Andolsun ki, Biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de, o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi.” [Ankebut Suresi 14]
Bir başka örnek de şudur: Biru mağaralarında kendilerine yaklaşan yabancı insanları yiyen kabileler vardı. Buna rağmen misyonerler oralara ulaştılar. İlk etapta onlardan çok kişi katledildi. Pes etmediler; dillerini öğrendiler, İncil’i dillerine tercüme ettiler, havaalanları inşa ettiler, kolejler açtılar, hastalarını tedavi ettiler, inançları istikametinde yeni bir dünya kurdular ve neticede misyonerlerin bu ısrar ve istikrarlı çalışması, işlerinde devamlı olmaları oranın halkını Hıristiyanlaştırmayı başarmalarını sağlamıştır.
Sahabe hayatı da, herkesçe de malumdur ki, davette sabır ve istikrarın, az da olsa daveti devamlı surette taşımanın örnekleriyle doludur. Bunun için herhangi bir sahabenin veya onların yolunda seyreden herhangi bir dava adamının hayatına kısa bir bakış bile bunu görmeye yeter de artar.
İmam-ı Şafi’nin öğrencisi Rabi b. Süleyman Hocasını anlatıyor: “Hocam sabah namazından güneşin doğuşuna kadar tefsir dersi veriyor ve halktan gelen soruları cevaplıyor, güneş doğduktan kuşluk vaktine kadar da hadis dersini veriyor, dersle ilgili sorulara cevap vermeye çalışıyordu. Kuşluk vaktinden sonra da Arapça dersi veriyordu.”
Hasan el-Benna’nın faaliyetlerinden bazıları da şöyleydi: ikindi vaktinde, Mina’da konferans verir, ertesi gün Menfelut’ta Cuma hutbesini irat eder, aynı günün ikindi vaktinde Esyut’ta konferans verir, yatsıda Sahaç’ta konferans verir, ertesi gün sabah namazından sonra Kahire’de bulunan cemiyette hazır olurdu. Otuz saat içinde 4 faaliyete katılırdı. Zaman zaman ailesinden uzaklaşarak iki ay taşrada hizmet ederdi. Gece konferansta, gündüz seferdeydi. Yirmi yılda Mısır’ın 4 bin köyünden 3 binini ziyaret etmiş ve davetini ulaştırmıştı. Davet uğruna kat ettiği yol, ömrünün %90’ına denkti. [el-Benna, el-Müzekkire]
40 yıllık kısa ömründe AbdulAziz el-Bedri’nin de en fazla üzerinde durduğu şey; İslâm’ın gereği gibi anlaşılmaması, ona arız olan batıl unsurların İslâm akidesinden arındırılması, İslâmi hayatın yeniden başlatılması bilincinin Müslümanlarda yeniden uyandırılması ve Müslümanların bu uğurda çalışan insanlar olarak yeniden hayat bulmaları idi. Şeyh, özellikle yaşadığı dönemde mevcut olan küfür ideoloji, nizam, mefhum, fikir ve inançlarına saldırmış, bunların batıllığını, ifsat ediciliğini, İslâmi ümmetin gözleri önüne net bir şekilde koymuştur. Ümmetin bağrına saplanmış, parçalanmışlığının en önemli sebebi, vahdetinin önünde en büyük engellerden biri olan milliyetçilik ve vatancılık fitnesine karşı mücadele etmiştir. Komünizmin yaratıcıyı inkâr eden akidesi ve nizamları, onun fikrî tokadından nasibini aldığı gibi, kapitalizmin fasit akidesi ve nizamları da Şeyh’in net, arı ve duru fikrî duruşundan nasibini almıştır. Sistem yardakçıları, bel’am saray mollaları, köhnemiş tutucu ve yobaz çevreler, kendilerini aydın sanan zavallılar, önceleri Kral’a, Cumhuriyet’ten sonra ise laik Cumhuriyet’e yaranmaya çalışanlar ve hatta bizzat krallar, başbakanlar, cumhurbaşkanları bile Şeyh’in cüretkar ve tavizsiz, devamlı ve istikrarlı duruşundan, hakkı ayakta tutan tutumundan paylarına düşeni almışlardır.
Davette istikrara somut bir örnek de İslâmi siyasi parti Hizb-ut Tahrir’dir. Zira bu parti 1953 yılında betonlar içerisinde bir fidan gibi doğarak, İslâm ümmetinin Hilâfet’i unuttuğu bir dönemde ümmete Hilâfet’i, onun yıkılma sebeplerini ve tekrar nasıl kurulacağının metodunu yeniden göstermiştir. Kurulduğu günden bu yana, doğru bir fikir ve metot çerçevesinde azim ve istikrarlı çalışması sonucunda, dünyada 50’den fazla ülkeye kök salmış, ortaya koyduğu Hilâfet Projesi, ABD, İngiltere, Rusya, “İsrail” vb. gibi sömürgeci kâfirlerin korkulu rüyası olurken, Müslümanlar için bütün problemlerinin tek çözüm mercii, dünya ve ahiretlerinin kurtuluş yolu, onları huzur ve saadete götürecek, karanlık yollarını aydınlatacak bir ışık olmuştur. İşte Hizb-ut Tahrir, fikir ve metodundan taviz vermeksizin, kurulduğu günden bu yana, çekicini hep aynı noktaya, devamlı, ısrar ve istikrarla vurmuş, böylece Hilâfet Projesi yakın bir zamanda Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın nusretini kendisi ile göndereceği bu çağın Ensar’larının eline kalmıştır inşallah…
Davetimizin başarıya ulaşmasındaki en önemli faktörlerden birisi de hiç şüphesiz devamlılıktır, istikrardır. Az olup devamlı olan, çok olup devamsız olandan çok daha hayırlıdır. Devamı olmayan bir davetin durumu, enerjisi bitmek üzere olan bir el feneri gibidir. Bu durum davetçinin donmasına, amellerinde durağanlığa, şevk ve azmini de kaybetmesine neden olduğu gibi, onun dünyaya daha fazla meyletmesine vesile olur. Bu yüzden dava adamı, kendisine hayat veren fikirleri ve onların ana kaynaklarından ve bu fikirlerin konuşulduğu ortamlardan uzaklaşmamalı, davetini topluma ve insanlara taşımakta gevşeklik göstermemeli, temasları istenilen düzeyde olmasa bile az da olsa istikrarlı bir şekilde gayretlerini sürdürmelidir.
Aşağıdaki sözler de istikrarın önemi için örnek teşkil etmektedir:
“Benim için başarı; her gün istikrarlı bir şekilde bir adım ilerleyebilmektir. On adım değil.”
“Taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir.”
“Durmadan devam ettiğin sürece, ne kadar yavaş gittiğin önemli değildir.”
“Her zaman yaptığın şeyleri yapmaya devam ettiğin sürece, her zaman elde ettiğin şeyleri elde edeceksin.”
“Taşa sık vuran taşçı, taşa sert vuran taşçıdan daha iyidir.”
Dava adamı, inandığı değerler istikametinde insanlığın yararı için mücadele ederse etki ve hizmeti ebedi hayata kadar uzar, tüm insanlığa yarar sağlar. Kendisi için yaşayan, hayırda çığır açma sevabından mahrum kalır. Müslüman, nasıl istirahat edebilir ki? Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem “Müminlerin dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” [Tirmizi] buyurmuştur. Yerine getirmediği sorumlulukları dururken, mukaddesatı ayaklar altında çiğnenirken mümin nasıl rahat eder?
Geçmişte Müslümanlar, davetle meşgul olunmayan zamanı ömürden saymazlardı. Davetle meşgul olan yetmiş yaşındaki bir Müslüman “dokuz yaşında olduğunu” söylemiş. Nedeni sorulunca, şu anlamlı cevabı vermiştir: “Evet İslâmla tanışalı dokuz yıl oldu, diğer yılları ise ömrümden saymıyorum.” Bu nedenle davet esnasında sık sık; “Siz benim gibi ömrünüzü boşa harcamayın.” derdi.
Bizler, çok çetin fırtınalarda sarsılan, sağa sola sallanan, bazen de dibe vuran, içinde Müslümanların bulunduğu bir gemideyiz. Bu gemiyi kurtarmak için çaba göstermemiz gerekmektedir. Gemiyi selamete çıkarmakla mükellefiz. O selamet de İslâm ve onun yönetim nizamı Hilâfet’ten başkası değildir. Davet, bu çıkışın bir faaliyetidir. Davet, davetçinin muhatabına yönelttiği birkaç kelime veya cümleden ibaret değildir. Davet, fedakarlıktır, sanattır, samimiyettir, şefkattir. Davet, toplum gemisinin batmaması ve batmaması için çalışanların ikaz edilmesidir. Çünkü geminin batması sadece gemide delik açanların değil, gemide bulunanların hepsinin batması anlamındadır. Dünyada en güzel meslek ve hizmet davettir. O, kulluk mertebelerinin en şerefli olanıdır. O, peygamberlerin ve onlardan sonra gelen halifelerinin, dava adamlarının görevidir. Davet, yere atılan tohum, davetçi ise onu atan, onunla uğraşan çiftçi konumundadır; bir taneyi yere atar, yüzlerce tane elde eder. En büyük saadet, birinin hidayetine vesile olmaktır. Böyle bir mutluluktan daha büyük mutluluk olamaz. Davet, Rabbani bir sorumluluk ve emanettir. Hayırlı insan, kendi mutluluğunu başkalarının mutluluğunda bulan insandır. Davet, ilahi mesajı insanlara taşımaktır. Bir yetkili adına konuşmak, faaliyet yapmak, sahibine bir fazilet ve değer verdiği gibi, Allah’a davet etmek de davetçiye büyük bir haz verir.
Davet, yalnız İslâm toplumunun değil, tüm insanlığın bekasıyla yakından ilgili bir faaliyettir. Her ümmetin tanındığı bir meziyeti vardır. İslâm ümmetinin de tanındığı en önemli özelliği insanları hayra ve güzelliğe davet etmesidir. İslâm ümmeti bu özelliğiyle “en hayırlı ümmet” olma vasfına sahip olmuştur.
Öyleyse haydi kardeşlerim! Sorumluluklarımızı tekrar gözden geçirelim. İslâmi hayatın bir asırdır olmadığını, İslâmi nizamların hâlâ tatbik edilmediğini, kafirlerin Müslümanlar üzerindeki hakimiyetinin devam ettiğini, kapitalizm ve sosyalizm gibi kokuşmuş ideolojilerin dünyayı ne hâle getirdiğini, Müslümanların içler acısı hâllerini hatırlayalım da, bu derin tefekkür bizi belki davetimizi yine, yeniden, istikrarla taşımamıza vesile olur inşallah…