Koronavirüsün yaklaşık 1,5 yıldır tüm dünyada hayatı durdurma noktasına getirdiği herkes için aşikârdır. İş hayatından, eğitim hayatına, günlük hayattan sosyal hayata kadar her alanda bir durağanlık söz konusu olmuştur. Kapitalist sistemin pandemi ile mücadelesindeki başarısızlığı da buna eklenince, toplumda istikrarsızlık, belirsizlik, düzensizlik daha da barizleşmiş olup bu durum iktisadi hayatı daha da kötüleştirmiş, insanlar ne yapacağını bilemez hâle gelmişlerdir.
Toplumdan bir parça olmaları, toplum onların çalışma alanı olması vasfıyla dava adamları da, bu durumdan olumsuz etki almışlardır, hiç kuşkusuz. Çünkü toplumda, hayat hakkında oluşan/oluşturulan kaygı ve endişe, iktisadi istikrarsızlık ve belirsizlik vs. davayı asli konumundan aşağı düşürmüştür. Bu yüzden dava adamı toplumdan etki alsa da, etkilenen değil etkileyen durumunda olmalıdır. O, topluma yön ve şekil veren, onlara daimi istikametlerini ve istikrarlı bir hayatı sürekli hatırlatan, gösteren durumunda olmalıdır. Çünkü o, toplumdan farklı bir şahsiyeti haizdir; o, yaratılışın sırrını çözmüş, hakikatlere gereği gibi iman etmiş, bu iman onun düşünce ve amellerini, İslâm ile yönlendirme sorumluluğu, dahası, toplumda bir bütün olarak İslâm’ın tatbik edilmesi zorunluluğu bilincini ona kazandırmıştır. O, hayata toplum gibi değil, belli bir açıdan bakmaya başlamıştır ki; bu da toplumun İslâm ile değiştirilmesi gerektiği hedefini ona yerleştirmiştir. İşte bu açıdan dava adamı kendisinde sorumluluk bilincini görür, ona göre yaşar ve hakikatleri topluma taşır. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“O, amel bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” [Mülk Suresi 2]
Nitekim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurmuştur:
“Hepiniz çobansınız, güttüğünüz sürüden sorumlusunuz…” [Buhari, Müslim]
İşte, yukarıdaki nass ve benzer konudaki bir çok delil, dava adamında toplumun değişimi ve diğer insanlara, özellikle de Müslümanlara karşı sorumlu olduğu hakikatini daha da barizleştirmektedir.
Ayrıca Müslümanların içerisinde bulunduğu durum; bir asırdan fazladır kafirlerin esareti ve zulmü altında bir hayatı yaşamak, Müslümanların can, mal, ırz ve namus güvenliğinin olmayışı, Batıl ideoloji ve fikirlerin toplumda hâkim olması, Müslümanların fikrî düşüklüğü ile siyasi uyanıklık ve basiretten yoksunluğu, onların servetlerinin yağmalanması, İslâm’ın topluma tatbik edilmemesi ile birlikte İslâm risaletinin âleme taşınmaması… İşte tüm bunlar dava adamının sakin kafa ile bir kez daha düşünmesi/tefekkür etmesi gereken en elzem/önemli konulardandır. Bu düşünüş ona, sorumluluklarını tekrar hatırlaması, aksi durumda hesap gününde çetin bir hesaba çekileceği hakikatini daima zihninde tasavvur ettirecektir.
Ayrıca, kapitalist ideoloji ve demokrasi, laiklik vs. gibi, onun kalıntılarının da özellikle bu pandemi sürecinde insanlığa huzur ve saadet getirmediği, insanların hayatlarına asla değer vermediği, acımasız bir yaşam biçimi olduğu, İslâm ve onun nizamlarının insanoğlu için tek doğru çözüm, dünya ve ahiret hayatının tek garantörü, onlara huzur ve saadeti, daimi itminan ve huzuru sağlayacak, kalplere huzur ve saadeti getirecek bir yaşam biçimi, bir ideoloji olduğu açıkça ortaya çıktıktan sonra… evet, tüm bunlardan sonra, dava adamı amellerini yeniden gözden geçirmeli, silkelenmeli, harekete geçmesi gerektiği bilincinde olmalıdır. Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın; “Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü, hatırlatmak mü’minlere fayda verir.” [Zariyat Suresi 56] kavli gereğince her bir Müslüman, her bir dava adamı şu hakikatleri sürekli hatırlamalı ve hatırlatmalıdır:
•Allah Subhanehu ve Teâlâ bu ümmeti insanlar içerisinden çıkartılmış “en hayırlı Ümmet!” olarak nitelendirmiştir ki, bu özellik onu emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker yapmayı üzerine bir sorumluluk olarak yüklemiştir:
“Siz insanlar için meydana çıkarılan en hayırlı ümmetsiniz; insanlara iyiliği emredersiniz, kötülükte bulunmamalarını söylersiniz ve Allah’a inanırsınız.” [Âli İmran Suresi 110]
•Daveti taşıma farziyeti, Müslümana bir başka farzı daha yüklemektedir ki, bu da; daveti ferdî olarak değil İslâm’a bir ideoloji olarak iman eden ve bu esasa göre kitleleşen, partileşen İslâmi bir yapı ile bu işi yapmasıdır. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“İçinizde hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir.” [Âli İmran 104]
•Davetin, ferdî olarak değil de, kitlesel olarak bir bütün halinde taşınması, toplumun ıslah edilmesinde/düzeltilmesinde hayati bir unsurdur. Davet ancak bu şekilde hedefine ulaşır. Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın emirlerini yerine getirenlerle getirmeyenler; kur’a sonucunda bir kısmı üst kata, bir kısmı da alt kata yerleşen gemi yolcularına benzerler. Su ihtiyaçlarını karşılamak için yukarıya çıkmak zorunda olan alt kattakiler, ‘yukarıya çıkana kadar bulunduğumuz yerde delik açsak’ dediklerinde, yukarıdakiler bunlara engel olmazlarsa hepsi helak olurlar. Engel olurlarsa hepsi kurtulurlar.”
İşte, daveti taşıyanlar, yukarıdaki hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, topluma hayat veren bir zümre olduklarının bilincinde olmalıdırlar. Zira, topluma yüzeysel bir bakış onların ne hâlde oldukları hakkında bize bir fikir vermektedir. Onlar ki, Müslüman olmalarına rağmen, İslâmi yükümlülüklerinin farkında bile değildirler. Onlar İslâm’a örfen bağlanmış durumdadırlar. Üzerlerine tatbik edilen batıl nizamların, küfür fikirlerinin gölgesi altında yaşamaktan rahatsız değiller ki, bu nizamların topluma tatbikine ses çıkarmaz olmuşlardır. Yani onların bu sessizliği fikrî düşüklük içerisinde olmalarındandır… Bu yüzden onlar, dünya ve ahiretlerini harap edenler durumundadır. Onlar yukarıdaki hadiste aynen ifade edildiği gibi, okyanusta yol alan bindikleri gemiyi tabanından delerek farkında olmadan batırmaya çalışmaktadırlar. İşte burada daveti taşıyanlar onlara, yani toplumun bu kötü gidişatına “dur!” diyecek bir projeye, İslâmi bir projeye, Hilâfet projesine sahiptirler ki, onlara ne mutlu… Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
“’İslâm garip olarak başladı. Daha sonra başladığı gibi garip olarak geri dönecektir. Gariplere ne mutlu!’ ‘Garipler kimlerdir, ey Allah’ın Rasulü?’ diye sorulduğunda O, şöyle buyurdu: ‘İnsanlar bozulduğunda ıslah edecek, düzeltecek olanlardır.’”
Bozulan toplumun düzeltilmesi işini üstlenen bu dava adamları, davetin gereklerini yerine getirme konusunda hassas ve titiz olmak zorundadırlar. Bu, onlar için ölüm-kalım meselesi olmalı; davet, onların hayatlarının merkezinde olmalı, diğer işlerini davetin önüne asla geçirmemelidirler. Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem davetin taşınmasında gevşeklik gösterilmesine asla izin vermemiş ve şöyle buyurmuştur:
“Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, ya marufu emreder, münkerden nehyedersiniz, ya da Allah sizin üzerinize katından bir azap indirir de ondan sonra dua etseniz de, Allah duanızı kabul etmez.” [Ahmed. B. Hanbel, Tirmizi]
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Allah (Azze ve Celle) şöyle buyuruyor: ‘Bana dua ettiğinizde duanızı kabul etmediğim, Benden bir şey istediğinizde onu size vermediğim, Benden yardım ve zafer istediğinizde onu size vermediğim gün gelmeden önce marufu emredin ve münkerden nehyedin.” [Ahmed b. Hanbel]
“İçlerinde Allah’a isyanların işlendiği bir toplumda bulunan kimileri, değiştirmeye güçleri yettiği hâlde bu durumu değiştirmezlerse, Allah’ın hepsini toptan cezalandırması yakındır.” [Ebu Davud, Tirmizi]
“Allah’a yemin olsun ki, ya marufu emreder münkerden nehyedersiniz, zalimin elini tutarsınız (zulümden engellersiniz) ve onu zorla da olsa Hakk’a boyun büktürür ve Hak üzere kalmasını sağlarsınız ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir sonra da İsrailoğullarını lanetlediği gibi lanetlenirsiniz.” [Ebu Davud]
Buraya kadar ki nasslar daveti taşımanın ne kadar önemli bir vacip/vecibe olduğu, yerine getirilmediğinde şiddetli bir uyarı ve cezalandırma ile karşılaşılacağı konusunda açık uyarılar niteliğindedir. Yine aşağıdaki nasslar gibi benzer birçok nass da, daveti taşımanın ne kadar hayırlı ve önemli, mükafatı bol bir amel olduğu konusunda açık delillerdir.
“Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” [Fussilet Suresi 33]
“Sizin vesilenizle bir adamın hidayete ermesi, sizin için üzerine güneşin doğup-battığı her şeyden daha hayırlıdır.”
Davetin taşınmasında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, O’nun güzide sahabeleri ve O’nun yolunun yolcularında bizler için çok güzel örnekler bulunmaktadır. Sizlerin de bildiği gibi Mus’ab b. Umeyr’in hayatı bunun zengin örnekleriyle doludur. Zira O, bize İslâm dininin kıymetini, dava için her şeyi feda etmeyi, doğru yolda istikamet ve davada istikrarlılığı, davetin taşınmasında fikrî yüksekliği, etkili üslup, anlatımda üstün ve tesirli ifade kullanmayı, iradenin hakkını vermeyi ve sabrı kuşanmayı, hicreti ve gurbeti, ideal anlamda dava adamı, talebe ve muallimliği, ihsan ve ihlası, cesareti, neticeyi Allah’a bırakmayı, zor davaların büyük adımlar beklediğini, sorumluluğu… göstermektedir.
Mus’ab b. Umeyr ki; ailesi çok zengin bir aileydi. Mekke’nin en gösterişli evi onlarındı. Çok güzel ve yakışıklı olduğu için ailesi tarafından hep el üstünde tutulur ve böyle yetiştirilirdi. Onun her şeyi özeldi; giydiği elbiseler ve ayakkabılar, sürdüğü kokular… Yemen’den özel ayakkabı diktirilir ve onu ondan başkası giymezdi. Sürdüğü kokuların özel olmasından dolayı geçtiği sokaklar onun kokusu ile ayrı bir havaya bürünürdü. Sokaklarda yürürken herkes ona imrenerek bakar, Mekke’nin kızlarının niceleri onunla evlilik hayalleri kurardı… İşte Mus’ab’ın böyle bolluk ve refah içerisinde geçen bir hayatı vardı.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem daveti Medine’ye taşıması için, Akabe’de gelen talep üzerine Mus’ab’ı göndermişti. Zira o, “Gözümde, ne dünya sevgisi, ne gelecek kaygısı, ne mahrum bırakıldıklarım, ne de elimden kaçırdıklarım var. Tek derdim var: davam, ah davam!” demişti adeta. Ancak Mus’ab gibi bir dava adamı, bu göreve namzet olabilirdi. Aslında o, bize şu hakikati öğretiyor ve diyordu ki*: ”Yaşadığınız coğrafyayı siz nasıl görüyorsunuz? Habeşistan olarak mı, Medine olarak mı? Eğer Habeşistan ise, siz orada sadece sığınmacısınız ki bu şudur: dış dünyaya kapılarınızı kapatarak, kendinizi ve ailenizi koruma dışında bir amaç ve kaygınız yoktur. Yok eğer yaşadığınız toplumu Medine olarak görüyorsanız; orayı fethetmeye çalışan fatihsiniz. Eğer böyle iseniz kendinizi, ailenizi, yakınlarınızı muhafaza etmeyi, toplumu fethederek elde edeceğinizi çok iyi bilirsiniz. Bundan dolayı bütün hesaplarınız toplumun ıslahı üzerine kurulur.”*
Mus’ab, Medine’ye gider gitmez, davetin istikrarı ve başarısı için toplumda söz sahibi kişiler ile görüşüp onlardan toplumla ilgili bazı bilgiler almıştı. Akrabalık ilişkilerinden, sosyal hayata, gelenek ve göreneklerden, Yahudilerle olan ilişkilere, toplumun rejime olan bakışına kadar birçok bilgiye vakıf olmuştu. Çünkü bu, bir davetçi için önem arz etmekteydi ki, davetçi için fikirlerini taşıyacağı toplumu iyi tanıması elzemdi. İşte Mus’ab, Medine’de davetini; toplumun ileri gelenlerine, toplumun değişiminde ve yeni, genç İslâm Devleti’nin kurulmasında aktif rol üstlenebilecek ve düşmanlara karşı bu devleti koruyabilecek güç ve kuvvet ehli bir kavme taşıyordu. Medine’de 1 yıl içerisinde İslâm’ın konuşulmadığı bir tek ev kalmamıştı ki, adeta Mus’ab, “Medenileri/Medinelileri ikna, fikir iledir” kaidesi ile bizlere bir yol ve üslup gösteriyordu. Medine’deki kamuoyundan haberdar olan Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem durumdan memnun olmuştu ki, sevinerek; “Ey Mus’abü’l-Hayr! (ey hayırlı Mus’ab!) Desene; Allah senin elinle Yesrib’e (Medine) hayrı ulaştırdı!” [İbn Sa’d] dedi.
Böylece Medine’de İslâm Devleti kurulmuş ve artık İslâm risaleti, davetin önündeki maddi engeller ortadan kaldırılarak devlet eliyle âleme taşınma aşamasına geçilmişti.
Mus’ab b. Umeyr’in hayatının her ânı, hayır ve mücadele ile doluydu. Yeni kurulan genç İslâm Devleti Uhud Meydanı’ndaydı. Savaş bitmişti ki, şehitler arasında Hamza, Abdullah b. Cahş ve Mus’ab b. Umeyr -RadiyAllahu Anhum- da vardı. Mus’ab’ın elbiseleri paramparça olmuştu. Sahabe dedi ki: “Ya Rasulullah! Mus’ab’ın elbisesi parçalanmış, üstündeki hırkayı yukarı çekiyoruz, ayakları; ayaklarına çekiyoruz başı açıkta kalıyor. Ne yapalım?” Bunun üzerine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onun başına gelerek Mus’ab’a yaşlı gözlerle baktı: “Ah, Mus’ab ah! Seni Mekke’de ilk gördüğümde üzerinde paha biçilmez elbiseler vardı. Senden daha güzel giyinen yoktu. Şimdi sen, saçların dağılmış ve sadece eski bir hırkanın ve üzerini bile tam örtmeyecek elbiseler içindesin…” Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu sözlerin ardından döndü ve sahabeye dedi ki: “Hırkayı başına doğru çekin, ayaklarını ise izhir otları ile kapatın.” [Ahmed b. Hanbel]
İşte Mekke’nin en asil genci Mus’ab, sarılacak kefen bile bulamadan bu dünyadan göçüp gitmişti… O, iman eden bir dava adamında olması gereken çok şeyi barındırıyordu bünyesinde. O, bizler için gerçekten de örnek ve ölçü alınması gereken hakiki bir davetçi ve dava adamlarındandı.
Velhasıl kelam; insan bildiği hakikatleri, inandığı kıymetleri, hayata gelişinin anlamını ve kendisine yüklenen sorumluluğu tekrar hatırladığında; başkalarına tekrar hatırlattığında; daima beslendiği ve bakışlarını çevirdiği, İslâm kültürünün kendisinden süzüldüğü İslâmi kaynakları incelediğinde; Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve sahabenin hayatını, yolunun yolcuları olan dava adamlarının seçkin hayat ve amellerini tefekkür ettiğinde; dahası, insan kaynaklı batıl sistem ve fikirlerin bozukluğunu ve hayatı ifsat ettiğini düşündüğünde… davetine, İslâmi hayatın yeniden başlatılması için çalışma işine daha da bağlanarak, Râşidî Hilâfet Devleti’nin ikamesi yolunda gecesini gündüzüne katmaya, ısrar ve samimiyetle çalışmaya olan azmi ve isteği artmaya başlar…
O hâlde, zaman dava adamı için silkelenme, harekete geçme zamanı, değil midir?