Eylül ve Leyla’nın önce kaybolduğu, ardından ölü bedenleri bulunduğu haberlerini görünce boğazım düğümlendi. Leyla, annesinin yaktığı ağıtlarla toprağa verildi. Bu ufacık yavrulara nasıl kıyılmıştı? Bu nasıl bir vicdansızlıktı? O gün hep bu sorunu düşündüm. Bu elim hadiselerin nedeni ne idi? “Çürüme”!
Nasıl ki; organik bir madde bakteriler veya çeşitli çevresel etkenler nedeniyle normal yapısını kaybederek kötü kokmaya başlar ve çürür, işte bu konuda böyle bir toplumsal çürümeyi işaret ediyor!
Başımızı hangi yöne çevirsek, neye elimizi uzatsak onun çürüdüğünü görüyoruz. Büyük bir medeniyetin mirasçısı olan İslâm ümmeti nasıl bu hale geldi? Bu zararlı bakteriler bize nasıl bulaştı? Bu denli çürümemize sebep olan etken neydi?
İslâm ümmeti Batı’nın etkisine sadece askerî, siyasi ve ekonomik olarak girmedi. Aynı zamanda hadarat (hayat tarzı) olarak da girdi. Batılı hayat tarzı sadece maddi kuvvet ile yayılmadı. Aksine diğer hayat görüşlerini ya yok ederek ya bozarak, anlayışları dumura uğratarak yerleşti. Bu nedenle topraklarımız misyonerlerin ve oryantalistlerin yıllarca çalışma sahası olarak kullanıldı. Hâlâ da kullanılıyor. Bugün, kalkınmamızın yegâne yolu; İslâm’ın çözümleri olduğu halde bu çözümlere olan güvenimiz sarsıldı. Böylece duygu ve fikirlerimizi, Batı’dan gelen zehirli fikirler yönlendirmeye başladı. Hatta içerisinde bulunduğumuz bu kokuşmuşluktan kurtulmanın yollarını bile Batılı düşüncelerde arar olduk. Batılı popüler kültür öylesine yaygınlaştı ki, şehirlisinden, köylüsüne tüm insanların davranışlarını belirlemeye başladı. Sezai Karakoç’un, Doğulu (Müslüman) bir babanın Batı’ya giden yedi oğlunun kaderini anlattığı “Masal” şiiri, adeta yüzyıllık tarihimizin özeti gibidir:
“Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum” (https://www.antoloji.com/masal-7-siiri/)
Ancak bugün değişip dönüşenler ne hazindir ki, suçluluk psikolojisiyle hareket ediyor. Toplumdaki bu çürümeyi (haşa) İslâm’a nispet ediyor.. Müslümanlara saldırıyor.. Toplumdaki çürüme halinin gerçek nedenlerine inmek istemiyor. Çünkü aynı çürümüşlüğü dibine kadar yaşıyor. Aldığı zehirli bakteriler bünyesini öylesine etkilemiş ki, bundan artık dönüş olmadığını düşünüyor. İktidar ise; bu çürümüşlüğü bireyselleştirerek kendince hadım etme, idam etme gibi oyalayıcı çözümler arıyor. Toplumu bu hale getiren kokuşmuş, laik, demokratik, Batılı bakterileri topluma ilaç diye sunuyor: “daha çok demokrasi!”, “İleri demokrasi!”… Bu ilaçları kullananlar iyileşmek bir yana günden güne daha da hastalanıyor ve çöküşü hızlandırıyor. Çürümüş laiklik, kokuşmuş demokrasi bize ilaç olabilir mi? Bunu görmüyor maalesef iktidarlar, Batı’ya meftun olanlar…
Bu noktada Hizb-ut Tahrir Türkiye’nin önceki gün (4 Temmuz) sosyal medyada açtığı tag çok anlamlıydı: #ÇözümİdamDeğilİslâm
Toplum; “İnsan, duygu, fikir ve nizamdan müteşekkil bir ilişkiler yumağıdır.” Toplum olarak bu çürümüşlükten kurtulmamızın yolu; toplumu meydana getiren insan, duygu, fikir ve nizamımızın temelini, İslâm akidesine göre belirlemekten geçer. Allah Subhanehu Ve Teâlâ’nın biz kullarına gönderdiği son din İslâm; duygu ve fikirlerimizin -dolayısıyla davranışlarımızın- ve yine üzerimize tatbik edilen nizamın nasıl olacağını belirlediği takdirde ancak bu kokuşmuşluk ve çürümeden kurtulabiliriz.
O halde gelin, Batılı fikirlerin duygu ve fikirlerimizi yönlendirmesine izin vermeyelim! Devletimizin de Batılı esaslara göre değil, İslâmi esaslara göre olması için çalışalım. Bunun için Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in değiştirme metodu doğrultusunda çalışalım. İslâm ile değişmek ve değiştirmek için çalışalım. Laik demokratik çürümüş sistemde bugün Leyla ve Eylül’ü toprağa gömdük. Gerekirse oğullarını Batı’ya gönderen Müslüman bir babanın yedinci oğlu gibi biz de kendimizi bir çukura gömelim ama yine de Batı’nın o makyajlı, çirkin, çürümüş vaatlerine kanmayalım.
“……
Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alinyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değistiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu:
Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var:
Karşınızdakini değiştirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalplerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar”
-Sezai Karakoç