Değişim TV · Sesli Makale : “ÇÖZÜME ODAKLANMAK” - Engin UYGUN
Aklı olan herkes için hissedilir bir vakıa/durumdur ki, dünya hayatı bir düzen/nizam üzere yaratılmıştır. Bu düzen içerisinde her bir varlık kusursuz bir şekilde Yaratıcının çizdiği eksende hareket etmekle mükelleftir. Bu hayat içerisinde insan, diğer insanlar ile eşya ve etrafındaki varlıklarla içi içe yaşamakta ve onlarla kaçınılmaz bir ilişki içerisindedir. Hâliyle bu durum hayatın daimî istikrarı/normal hâli dışında bazen sorunları da beraberinde getirmektedir. İnsan bu sorunlarla mücadele etmekte ve bunlara sağlıklı ve doğru bir çözüm bulamadığı zaman, hayat onun için sıkıntılı olmaktadır. İşte bunun için yüce Allah ona bir yol gösterici olmak üzere kitaplar ve peygamberler göndermiştir ki; sorunlarına çözüm bulsun, hayata sahih/doğru bir bakış elde etsin, niçin yaratıldığını, hayatta var oluşunun sırrını kavrasın ve ona göre bir yaşam tarzı içerisinde olsun…
İnsan için sorunsuz bir hayat söz konusu değildir hatta bu imkânsızdır. Çünkü insan mekanik bir robot/makina değildir. Bu yüzden karşılaştığı sorunlarda onun müracaat mercii, çözüm kaynağı İslâm şeriatıdır. Kur’an, Sünnet, icmau’s Sahabe ve şer’î kıyasın dayanak ve kaynak kabul edildiği, sahih içtihat metodu ile müçtehidin içtihat ederek naslardan istinbat ettiği/çıkardığı şer’î hükümlerdir. Bu yüzden Müslüman imanın gereği olarak sorunlarının çözümünü İslâm’dan almak zorundadır. Zira Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
[وَمَا اخْتَلَفْتُمْ ف۪يهِ مِنْ شَيْءٍ فَحُكْمُهُٓ اِلَى اللّٰهِۜ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبّ۪ي عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُۗ وَاِلَيْهِ اُن۪يبُ] “İhtilafa düştüğünüz herhangi bir konuda hüküm vermek Allah’a mahsustur.” [Şura 10]
Eşyanın kullanımı, makine üretimi, bilim, sanat, teknoloji vs. tecrübe gerektiren konularda ise, sorunların çözümü konusunda yapılması gereken, işi ehline bırakmaktır. Zira işin ehli, eşyayı ve mahiyetini derin bir şekilde inceleyip gerekli bilgileri topladıktan ve konu ile ilgili tecrübeleri ile bağladıktan sonra çözüme odaklanır ve sorunu çözer. Aynen dava adamı gibi. Zira o, “Peygamber mesleğini” icra ettiğinden, taşıdığı İslâm davetinin ne kadar kıymetli bir hazine ve görev olduğunu bilir ve bunun için, toplumun fikir ve duygularının İslâm ile değiştirilmesi için çalışır. O, karşılaştığı herhangi bir meselede duyguları ile hareket etmez, duygularını aklına hâkim kılmaz, aksine duygularını aklı ile kontrol eder. Meseleleri dakik bir şekilde inceler, daveti taşıyacağı muhatabını iyice tanır, onun sevdiği ya da sevmediği konulara vakıf olur, sahip olduğu batıl fikirleri ve bu fikirlerden kaynaklanan duyguları, İslâmi fikir ve duygularla değiştirmek için mücadele eder. Olaylara aynen bir doktor gibi yaklaşır. Zira doktor, öncelikle hastayı dinler, ondan hastalığı, şikâyeti ile ilgili gerekli önbilgileri alır, gerekli tahlil ve tetkiklerin yapılmasından sonra hastalığı teşhis eder ve ardından tedaviye/çözüme odaklanır. Sonra, onu iyileştirmek için bir tedavi uygular. Yani, çözüme odaklanmak, sorunu çözmek için esasi bir unsurdur, aksi takdirde yapılan iş, boş bir dairede gidip gelmek gibidir.
Bu yüzden bugünün davetçileri çevresindeki insanlara daveti taşırken çözüm odaklı düşünmeli, yani iş bitirici olmalı, “ben ne varsa anlattım, yanlış hattın yanına doğru hattı çizdim. Hatta adamın aklını aldım!” deyip karşı tarafın her şeyi anladığını, fikirlere ikna olduğunu düşünerek kendisiyle beraber hareket etmesini beklememelidir. Zira toplumun fikrî seviyesi malumdur; iptidai/düşük seviyededir. Onların hakikatleri anlamasının önünde toz bulutları vardır. Öncelikle bu tozları üflemek, onların üzerinden bu kirli tabakayı kaldırmak gereklidir. Bu ilk görüşmede söz konusu olmaz, bunu planlı bir şekilde zamana yaymak gerekir. Ondan sonra hakikatleri anlatırken karşı tarafı ikna edecek, somut, akli ve naklî deliller göstermek gerekir ki, karşı taraf hakikati anlasın, idrak etsin ve bu fikir onun amellerinde tesirini göstersin ve onda mefhum hâline gelsin. Kur’an’da geçen birçok kıssada bunu şahit oluruz. Zira İbrahim Aleyhi’s Selam, kavmini Tevhid’e davet ederken, onlara karşı ibretle konuşuyor, onların akıllarına hitap ederek düşünmelerini, akletmelerini sağlıyordu. Yani çözüme odaklanıyordu.
[وَكَيْفَ أَخَافُ مَا أَشْرَكْتُمْ وَلاَ تَخَافُونَ أَنَّكُمْ أَشْرَكْتُم بِاللّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا فَأَيُّ الْفَرِيقَيْنِ أَحَقُّ بِالأَمْنِ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ] “Hem Allah’ın, size haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri siz kendisine eş tanıdığınızdan korkmazken, ben, o eş tanıdığınız putlardan nasıl korkarım? Şu hâlde korkudan emin olmaya hangi taraf layıktır? Eğer biliyorsanız…” [En’am 81]
İbrahim Aleyhi’s Selam kavmini putperestlikten Tevhid’e döndürmek için bir plan yapmıştı. Onların bayram günü, yoğun olarak bir araya toplanıp kendilerinden geçercesine eğlendikleri bir zamanda, putların bulunduğu tapınağa girerek bütün putları yıkmıştı ki; akletmeyen kavmi hakikatleri görsün. İbrahim Aleyhi’s Selam, büyük put dışında tapınaktaki bütün putları kırmış, elindeki baltayı da büyük putun boynuna asmıştı. Bir süre sonra kavmi gördükleri manzara karşısında çılgına dönmüş ve şöyle haykırmışlardı:
[
وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُمْ بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ وَيُرْسِلُ عَلَيْكُمْ حَفَظَةً حَتَّى إِذَا جَاءَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ تَوَفَّتْهُ رُسُلُنَا وَهُمْ لَا يُفَرِّطُونَ ثُمَّ رُدُّوا إِلَى اللَّهِ مَوْلَاهُمُ الْحَقِّ أَلَا لَهُ الْحُكْمُ وَهُوَ أَسْرَعُ الْحَاسِبِينَ قُلْ مَنْ يُنَجِّيكُمْ مِنْ ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ تَدْعُونَهُ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً لَئِنْ أَنْجَانَا مِنْ هَذِهِ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ قُلِ اللَّهُ يُنَجِّيكُمْ مِنْهَا وَمِنْ كُلِّ كَرْبٍ ثُمَّ أَنْتُمْ تُشْرِكُونَ قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِنْ فَوْقِكُمْ أَوْ مِنْ تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعًا وَيُذِيقَ بَعْضَكُمْ بَأْسَ بَعْضٍ انْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْآيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ وَكَذَّبَ بِهِ قَوْمُكَ وَهُوَ الْحَقُّ قُلْ لَسْتُ عَلَيْكُمْ بِوَكِيلٍ لِكُلِّ نَبَإٍ مُسْتَقَرٌّ وَسَوْفَ تَعْلَمُونَ] “Dediler ki: Bunu bizim ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerden biridir. İşittik ki, bir delikanlı bunları kötülüyor, kendisine ‘İbrahim’ deniyormuş! Dediler ki: Ey İbrahim! Bizim ilahlarımıza bunu sen mi yaptın? Belki, dedi: Onların şu büyüğü yapmıştır. Sorun bakalım onlara eğer söylerlerse… Dediler: Sen gerçekten biliyorsun ki, bu putlar konuşamazlar! Dedi ki: O hâlde Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda veremeyecek ve zarar da yapamayacak şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” [Enbiya 60-67]
Davetini taşırken Musab b. Umeyr’i de iş bitirici üsluplarıyla çözüme odaklanırken görüyoruz. Zira o, güçlü bir kavmin liderlerini davete kazandırmak istiyordu. Eğer onlar iman eder de Müslüman olurlarsa kavimleri de onlara tâbi olur ve iman ederlerdi. Böylece Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke’de başlattığı bu kutlu davet, devlet gücü ve dinamiklerine sahip Evs ve Hazreç kabilesinin nusret vermesiyle, Medine’de -daha sonra “Râşidî Hilâfet” adıyla anılacak olan- İslâm Devleti’ne ulaşırdı. Nitekim de öyle oldu. Rasullullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’ye daveti taşıması için gönderdiği Musab b. Umeyr; kavminin efendileri olan Useyd b. Hudayr ve Sad b. Muaz’ı gözüne kestirmişti. Musab, orada daveti taşırken durumu hisseden Useyd b. Hudayr bu davete engel olmak için elinde silahıyla Musab’ın yanına gelerek ona şöyle seslenmişti:
“Sizi, bize getiren nedir ki, zayıflarımızı ifsat ediyorsunuz? Eğer sağ kalmaya ihtiyacınız varsa bizden ayrılıp gidiniz.”
Musab, bu sert çıkışa karşı, -bugün bizlerin böyle bir durumda yaptığı gibi- misliyle karşılık vermemiş, duygularına hâkim olmuş ve bizlere örnek olacak şu etkili sözü söylemişti:
“Oturup da dinlemez misin? Eğer razı olursan kabul edersin, hoşuna gitmezse bırakırsın.”
Musab’ın akıl dolu bu sözüne, Useyd b. Hudayr kulak vermiş, “Haklısın.” diyerek onu dinlemiş ve sonrasında Müslüman olmuştu. Daha sonra, Musab b. Umeyr’in aynı üslubuyla Sa’d b. Muaz gibi güç ve kuvvet ehli bir adam Müslüman olmuş, Evs ve Hazreç kabilesinin liderlerinin Müslüman olmasıyla, çok geçmeden iki kavim Müslüman olmuş ve Medine’de İslâmi kamuoyu oluşarak, İslâm her mekâna yayılmış ve sonrasında Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’ye hicretiyle İslâm Devleti'nin temelleri atılmıştı.
Velhasılıkelam; dava adamı için taşıdığı dava, onun ölüm-kalım meselesidir. Onun için yaşar, onun için ölür. Davetin en iyi şekilde taşınması için, her bir ayrıntıya dikkat eder, karşısındaki muhatabını iyi tanır, sevdiği ve sevmediği şeylere vakıf olur. Sahip olduğu fikirleri öğrenir, hatalı fikirleri tespit edip, onun yerine doğru fikirleri karşısındakine güzel bir üslupla anlatır. Onun fikirlere vakıf olması için, vakıaya mutabık örneklerle konuyu anlatır. Yani dava adamı, aynen avının her bir hareketini izleyen bir kaplan misali hedefine kilitlenir/çözüme odaklanır. Eğer böyle olmazsa yaptığı işten ecir alsa da, iş bitirici olmadığından boşa kürek çekmiş olur. Bu yüzden her bir dava adamı, her bir amelinde iş bitirici olmalı, çözüme odaklanmalı ki; Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın ölümüyle arşı titrettiği bu çağın Sa’d b. Muaz’larına ulaşsın…
Rabbim bizleri o yiğit insanlara bir an önce ulaştırsın. Ulaştırsın ki o beklenen büyük güne, 2. Râşidî Hilâfet’e kavuşalım…
O günler inşallah çok yakındır…
___
#DavetiYüklenmekHerMüslümanaFarzdır