Modern dönemin Batılı fikir ve siyaset teorisyenleri insanlık için yegâne düşüncenin demokrasi olduğunu ve tarihin kapitalizm ile son bulacağını iddia ettiler. “Tarihin Sonu” kitabını yazan Fukuyama, Soğuk Savaş sonrası kapitalizm ve demokrasiyi insanlığın ideolojik evriminin mükemmele ulaşmış son noktası olarak gördü. “Medeniyetlerin Çatışması” tezini yazan Samuel P. Huntington ise Fukuyama’dan farklı olarak hadaratlar arası kültürel çatışmanın devam edeceğini ve geleceğin bu çatışmaya sahne olacağını söyledi. Fukuyama çizgisinde olanlar “idealistler”, Huntington çizgisinde olanlar ise “realistler”di. Ancak tarihin kapitalizmin egemenliği ile biteceği noktasında hemfikirdiler; sadece üslupları farklıydı.
Bunlar iddialarını dillendirdiler ve bu yönde teoriler ortaya koydular. Bu teorilerinin uygulayıcısı olan Batılı devlet adamları ise sömürü ve çıkar üzerine siyasetlerini geliştirdiler, uyguladılar ve uygulamaya devam ediyorlar.
Peki, İslâm dünyasında gelecek teorisi ortaya koyan, siyaset ve ideolojilerin çatışması üzerine düşünen var mı, geçmişte oldu mu? İslâm dünyasındaki devlet adamı, yöneticiler ve siyasetçiler ya da geçmiş dönem devlet adamları ne yaptılar, hangi teorilerin uygulayıcısı oldular?
İslâm dünyasında siyaset üzerine düşünce ortaya koyanların çoğunun modernizmden etkilenmiş olduğunu söylemek gerekir. Bunlar oryantalistlerin Müslümanların önüne koyduğu sözüm ona “İslâm’ın sorunları” ile ilgilenmeyi ve bu sorunları modern çağda çözmeyi ya da İslâm’ı modern döneme uyarlamayı amaçlamışlardır. Yani modern dönemde siyaset düşüncesi ortaya koyanların çoğu dini sorgulamayı amaç edinerek -ki bu iş oryantalistlerin görevidir- çalışma yapmışlardır.
Dini sorgulama işinin ne zaman ve nerede biteceği ise daha hâlâ belli değildir. Bu sebeple “İslâm siyaset düşüncesi” üzerine akıl yürütenler, Batılı siyaset düşüncesinin etkisinden kurtulamamışlardır. Çünkü onlarda Batılı siyaset düşüncesi olmadan bir fikrin, bir teorinin uygulanmasının mümkün olmadığı kanaati hâkim olmuş, onları Batılı siyaset düşüncesi bir manada esir almıştır.
Buna örnek olarak bugün konuyu köşesine taşıyan Karar Gazetesi Yazarı Mehmet Ocaktan’ın yukarıda yaptığım tespite paralel düşüncelerini paylaşmak istiyorum. Mehmet Ocaktan şöyle diyor: “İslâm toplumlarındaki sistem tartışmalarının doğru sonuçlar üretebilmesi için, öncelikle İslâm’dan ne anladığımızı, dahası doğru anlayıp anlamadığımızı netleştirmemiz gerekiyor. Aksi taktirde insanlığın uzun tecrübeler sonunda oluşturduğu demokratik sistemi, bir türlü yaşadığımız çağın diline tercüme edemediğimiz klasik İslâm kültür mirasımızla kıyaslayıp rahatlıkla İslâm dışı bir sistem olarak ilan edebiliriz.”
İslâm’ı iyi anlayan bir Müslüman, herhangi bir sistemin doğruluk ya da yanlışlığını o sistemin tarihsel tecrübesine göre değil İslâm’ın ilahi temel ilkelerine göre belirler. Kaldı ki İnsanlığın demokrasi tecrübesine azıcık bakılsa orada çürümüşlük ve köhnemişlikten başka bir şey görülmez. Aksine İslâm’ın 13 asırlık siyasi tecrübesine bakılsa orada aydınlık ve gelişmişlik vardır. Ama maalesef bu kompleksli düşünce, yüzünü hep Batı’ya çevirmiş durumdadır.
İslâm dünyasındaki uygulayıcı konumda olan devlet adamlarına gelince; demokratik kapitalist nizamın kölesi olmak onlara çok daha kolay geliyor. Bu halden kurtulmak için bir çaba ortaya koymuyorlar. Aksine Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezini haklı çıkarmak için canhıraş beyhude çalışıyorlar. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi üzerine BM’nin başlattığı “Medeniyetler İttifakı”, “Ilımlı İslâm” ve “Radikalizmle Mücadele” gibi projelerin uygulayıcısı ve başaktörü olmaya devam ediyorlar.
Kısaca İslâm dünyasında ortaya çıkan düşünce ve devlet adamları modern dönemde İslâm’ın egemen olacağına yani modern döneme İslâm’ın hükmedeceğine inanmıyorlar.
Biz İnanıyoruz ve “Siyasi Geleceğe Talibiz” Diyoruz!
Türkiye’nin devamlı değişen sıcak gündemi arasında “İslâm ve Siyaset” konularını konuşmak, “‘İslâm Siyaset Düşüncesi’ nedir?” sorusunu yeniden sormak çok çok önemli. Batılı oryantalistler ve yerli takipçileri tarafından İslâm’a yönelik yapılan bunca saldırıya, iftiraya, karalamaya ve kültürel sömürüye rağmen biz İslâm siyasetini konuşmaya ve onu egemen kılmak için çalışmaya devam edeceğiz. İnsanlığın kalkınabilmesi, problemlerinin çözümü için İslâm Nizamını dillendirmeye devam edeceğiz. Siyasi çevrelerde oluşan olanca çürümüşlük, yozlaşma, tükenmişlik ve erozyona rağmen biz Müslümanlara siyasi fikir vermeye devam edeceğiz. Müslümanların dirençli kalmasını sağlamaya ve onlara ümit vermeye devam edeceğiz.
Biz hem doğu hem batı ve hem de tüm zamanlar için İslâm’ın ideal bir siyasal sistemi (İslâm Nizamı) olduğunu iddia ediyor, buna inanıyor ve “bu sistemi egemen kılmaya da talibiz” diyoruz.
“Biz talibiz” diyoruz**,** çünkü bizim sahih bir projemiz var. Çünkü biz, İslâm’ın hayatın istisnasız tüm yönlerini düzenleyen kapsamlı ve eksiksiz bir ideoloji, bir şeriat olduğunu söylüyoruz.
İslâm; insanların kendileri ile olan ilişkilerini, rableri ile olan ilişkilerini ve diğer tüm insanlarla olan ilişkilerini düzenleyen hükümler içermektedir. İnsanların hiçbir fiili yoktur ki hakkında Allah *Subhanehu ve Teâlâ’*nın Kitabında ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünnetinde şer’î bir hüküm bulunmasın.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًاۜ
“İşte bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum.”[Maide Suresi 3]
Durum böyleyken, dinin sadece bireysel hayatta insani erdemleri belirleyen, insana ahlaki bilinç kazandıran bir şey olduğunu söylemek, yaşanabilir bir dünya oluşturma konusunda ise dini saf dışı bırakıp insanı egemen ve belirleyici kılmak ne kadar da cahilce bir şeydir. Çünkü gerçekten bu akıl dışı bir şeydir. Bunu iddia edenler tezlerini hangi akıl ve mantık ile izah ediyorlar anlayabilmiş değilim. Onlara göre İslâm dini öyle bir şey ki, insanın bireysel erdemlerini ve ahlaki doktrinlerini belirliyor ama devlet, toplumsal hayat ve tüm siyasal alan ile ilgili meseleleri insanın kendisine, insan aklına bırakıyor. Peki, din böyle bir şey ise insanın bizzat kendisi ile ilgili ahlak ve erdem kurallarını niçin insana bırakmamış? Kendisi ile ilgili kural ve değerleri belirlemekten aciz insan kendi dışındaki tüm sistem ile ilgili (toplum, devlet, hayat, doğa ve tüm canlılar) kural ve kanunları nasıl belirleyecek?
“Biz talibiz” diyoruz, çünkü tarih boyunca hiçbir İslâm âlimi, İslâm Şeriatının kulların bütün fiillerine ilişkin hükümler içerdiği konusunda ihtilafa düşmemiştir, bunu biliyoruz. Onlar, 13 asır boyunca dinin tüm sorunlara çözüm bulan bir hayat sistemi olduğunda ittifak ettiler. Peki, bugünkü ihtilaf neden?
13 asır değişen tüm şart ve konjonktüre rağmen uygulanan İslâm Nizamı şimdi son asırda mı insanlığın sorunlarına çözüm bulamıyor? Bir siyasal sistem olarak Hilâfet 13 asır boyunca tüm Müslümanların devleti olmuşken şimdi modern dönemde niye olmasın? Dünden bugüne ne değişti? İnsan mı değişti, ihtiyaçları ve içgüdüleri mi değişti? Hayır; ne insan değişti ne de ihtiyaç ve içgüdüleri değişti… -Hâşâ- yeni başka bir dünya yaratıldı da Müslümanlar mı bundan habersiz!
Teknolojik çağda yaşıyor olmamız, ilişkilerde iletişim dilinin değişmiş veya gelişmiş olması bizi dünyanın bu hızı karşısında belki çaresiz bırakabilir ama dini yani İslâm’ı çaresiz bırakamaz. Çünkü teknoloji insanın tasavvurlarını aşan hangi noktaya ulaşırsa ulaşsın insanın ihtiyaçları ve içgüdüleri değişmeyecektir. Bu sebeple çağlar öncesinde gelmiş olan İslâm Nizamı bugüne de hükmedebilir.
Bu sebeple “bizim doğru bir projemiz var” diyoruz. O proje; Râşidî Hilâfet Projesidir. Râşidî Hilâfet, İslâm Nizamını hayatta tatbik edecek İslâm’ın yönetim modelidir. Râşidî Hilâfet, açık bir şer’î hükümdür. İslâm’ın bir yönetim biçiminin olmadığını iddia etmek, İslâm’a büyük bir iftirada bulunmaktır. Böyle bir iddiada bulunmak, İslâm’ın ana kaynaklarında mevcut olan bütün kavramları inkâr etmek anlamına gelir. Çünkü Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Müslümanlar için bir devlet kurmuştur ve bu devleti Rafîku’l A’lâ’ya iltihak edinceye kadar 10 yıl boyunca yönetmiştir. Rasulullah’ın vefatından sonra sahabeler râşid halifeler liderliğinde aynı yönetim metodunu benimseyerek devam etmişlerdir. Nebî SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yönetim metodu, İslâm Şeriatının ikinci kaynağı olan Sünnetten bir parçadır ve sahabeler de bu hususta icmâ etmişlerdir.
Hizb-ut Tahrir Emiri Ata B. Halil Ebu’r Raşta’nın, “Demokratik Başkanlık Modeli Mi, Râşidî Hilâfet Mi?” başlıklı konferansta yaptığı konuşmadan kısa bir bölüm ile makaleye son veriyorum:
“Gerçek Hilâfet meçhul değildir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in beyan ettiği ve onun ardından gelen râşid halifelerin üzerinde yürüdüğü seçkin bir nizamdır. Hilâfet, imparatorluk veya krallık olmadığı gibi, cumhuriyet rejimine göre parlamenter sistem veya başkanlık da değildir. Hilâfet, ne Allah’tan başkasının kanun koyduğu demokrasi veya diktatörlüktür, ne de beşerî sistemlerden herhangi birisidir. Adalet Hilâfet’tir. Yöneticileri imamlar olan halifelerdir. Onlarla korunulur ve onların arkasında savaşılır. Hilâfet, kanları, namusları ve malları koruyup zimmete vefa gösterendir. Baskı ve zor kullanarak değil, rıza ve serbest irade ile biat alır. İnsanlar, korkarak ve endişe ile değil, güven içinde ona göçerler.”