Türkiye’de siyasetin gidişatını havada uçuşan belgeler, elden ele dolaşan tape’ler ve hayâsızca savrulan kasetler belirliyor. Bir partiyi, liderini, politikasını yaptığı ve yapamadığı icraatlar üzerinden değil, kıyıda köşede kalmış belge ve görüntüler ile eleştirmek, içinde bulunduğumuz vakıacı siyasetin en kirli yönünü gösteriyor. Proje sunamayan, gerçekçi hedefler koyamayan ve muhalefet yapmayı bir türlü beceremeyen partilerin bir araya gelerek yaptıkları şey maalesef ki siyaset olmaktan öte mahalle kavgasına dönmüştür. Hükümet son beş yılda yolsuzluk, rüşvet, iltimas, ihaleye fesat karıştırma gibi ithamlar ile o kadar yan yana gelmiştir ki bunları reddetmek için girdiği mücadele sağlıklı bir politika geliştirmesine zaman ve imkân bırakmamıştır. Aynı şekilde muhalefet kendi proje, hedef ve vizyonları ile gündeme gelmesi gerekirken iktidarı bir takım belgeler ile yıpratmak dışında elle tutulur bir şey yapamamıştır. Belgeler ve ithamlar doğru veya yanlış olsun, konuşulması, eleştirilmesi ve gündemi meşgul etmesi gereken o kadar çok mesele varken bunları görmezden gelmek açık bir sığlık ve basiretsizliktir.
Siyasete yüklenen bu kötü mefhumun şüphesiz ki en önemli sacayağı demokrasidir. Demokratik siyasetin gereği hedeflenen mutlak kazanım toplumların kalkınması değil, kandırılması veya uyutulmasıdır. Hakikat ile toplumların arasına çekilen perde ne kadar büyük ise siyaset o kadar başarıya ulaşıyor demektir. Bir önceki lideri kaset skandalıyla gönderilen CHP’nin ‘MAN ADASI’na yatırılan paralar ile ilgili belge ve istihbarat arayışına girmesi, 17-25 Aralık’ta üst üste rüşvet tape’leri gündeme gelen hükümetin geçmişinden ders almadan muhalefetin eline koz vermesi, işin daha da garip olan kısmı tüm bunların gündemin ana meselesi haline gelmesi ‘Deve Siyaseti’ diye tabir edeceğim bir siyaset şeklini anımsatıyor. Hani devenin ‘Nerem doğru ki?’ dediği bir siyaset. Her yeri eğri büğrü ve kapanmayan gediklerle dolu, kalkınmak şöyle dursun kalkınmanın önünde engel olan bir siyaset.
Peki, bu süreçte haber değeri taşımayan hangi gelişmeler oldu? Türkiye, İran ve Rusya Soçi zirvesinde katil Esed’in elini güçlendirecek kararlar aldı ve muhalefet eden “terör” örgütlerinin temizlenmesi ve arkasından seçim yapılması kararı alındı. Aslında Rusya ve İran müttefikleri Esed ile yola devam etme kararını Türkiye’ye kabul ettirdi. Müttefikimiz ABD, düşmanımız YPG’ye yüzlerce TIR’lık son silah sevkiyatını yaptıktan sonra başkan Trump “artık silah vermeyeceğiz” dedi. Bizde buna sevindik ve ittifakımızın yeniden gelişeceği yönünde dileklerimizi gönderdik. Ülkemizde bazı masum vatandaşımız hiçbir bağı olmamasına rağmen DAEŞ’li olduğu bahanesiyle tutuklandı. Evlerinden alıkonuldu, masumiyeti ortaya çıkınca bazıları serbest bırakıldı. Bu şekilde hükümet toplum üzerindeki düşman tasavvurunu FETÖ ile birlikte DAEŞ’i de kullanarak ikiye çıkarmış oldu. Son bir haftada hükümet yetkililerinin ağzından çıkan kelimelere bakıldığında FETÖ birinci sıradaki yerini korurken, geçtiğimiz haftalardan farklı olarak Reza Zerrab, Türkiye düşmanlığı, dış mihraklar, teröre destek, DAEŞ, iftira, kumpas gibi kelimeler ilk sıralara yükseldi. Hata yapmayan, hatasını kabul etmeyen bir iktidar algısı oluşturuldu.
TEOG’un yerine getirilen ortaöğretim modeli tartışmaya açılmadı, gündemden düştü. Öncesinde yaygara koparanlara sonrasında fırsat dahi verilmedi. Güneydoğuda onlarca asker “şehit” edildi. Diyarbakır’ın birkaç bölgesinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. OHAL fırsat bilinerek onlarca KHK yürürlüğe sokuldu. Mazotun litre fiyatı 5 TL’yi geçti. ABD tarafından Kudüs’ün “İsrail”in başkenti olarak kabul edileceği iddiası gündeme geldi. Batılı günlük hayatın Kapitalist bir faaliyeti olan ‘Kara Cuma’[1] topraklarımıza kadar girdi. Şimdi ise Kılıçdaroğlu yeni belgeleri paylaşmaya hazırlanıyor. Zira bütün mesele bu…
Demokrasi ve sekülerizmin var ettiği siyasetçiler, Müslümanlara hizmet edemezler, hatta insanlara hizmet edemezler. Zira onlar zihin dünyalarını derdest eden Batı’nın hizmetkârıdırlar. Toplumları Batı’nın istekleri doğrultusunda görmezden gelmeye kendilerini adamışlardır. Böyle siyasetçiler birbirlerine en galiz ifadeleri söyledikten hemen sonra birbirlerine sarılıp gülüşmeyi siyasetin bir parçası olarak görmekten de geri kalmazlar. Onlar siyaset akademilerinde menfaatçi, çıkarcı ve fırsatçı olamayanları eleyerek, deve siyasetini benimseyen adaylarla yollarına devam etmektedirler. Nereden tutsanız elinizde kalır. Hâlbuki İslâm’ın yetiştirdiği siyaset adamlığı vasfını öğrenmiş ve öğretmiş olsalardı, ahlaklı olanların kazandığı bir siyasal sistemin mimarları olacaklardı. Rüşvete iltimas göstermeyen Hz. Peygamberi, adaletten taviz vermeyen Hz. Ömer’i, tebaasını aç bırakmayan Ebubekir’i, namusuna el uzatılan Müslüman bir kadının gözyaşlarını ordularını harekete geçirerek dindiren Mutasım’ı, idealleri için gecesini gündüzüne katan ve muzaffer olan Fatih’i, Batı’nın sinsi oyunlarını dik duruşu ve zekâsıyla boşa çıkaran Abdulhamid’i bir öğretselerdi…
Siyaset yapmanın belge göstermekten ve bu belgeleri inkâr etmekten çok daha fazla anlam taşıdığını bir bilselerdi…
Tebaanın gönlünü kazanmayı onlara hizmet etmekten geçtiğini ve onları asla aldatmamak olduğunu bir bilselerdi…
Allah’ı ihmal edenin hem dünyada hem de ahirette bir şekilde ihmal edileceğini idrak etselerdi...
Bir eğriyi bir başka eğriyle düzelterek ‘Deve Siyaseti’ gütmenin ‘Deve gütmek’ kadar kıymetinin olmadığını bir anlasalardı…
Fakat hiçbiri olmadı. Bakalım Kılıçdaroğlu şimdi hangi belgeler ile çıkacak?
[1] Black Friday Vakıasının Tanımı ve İslami Yaklaşım