Bir kurban bayramını daha geride bıraktık, kardeşlerimizi Batılı ve Doğulu zalimlere kurban vererek... Her yıl bayramlar aynı geçiyor artık. Sosyal medyada, TV ekranlarında bakmaya tahammül edemeyeceğimiz görüntülerin etkisinde, çaresizce izleyerek, üzülerek, kınayarak. Bu bayram Arakanlı Müslümanların sürüngen muamelesi görerek başlarının kesildiğine, itilip kakıldığına şahit olduk. Budist rahipten Müslümanlarla nasıl mücadele ettiklerini duymuşsunuzdur: “Bir yılan önemsenmelidir, birşey yapılmazsa size zarar verir, dolayısıyla bütün yılanların başı kesilmelidir” diye tasvir etmişti katliamlarını. Resmî verilere göre bayramın birinci gününden dördüncü gününe kadar üç binden fazla Müslüman öldürülmüş, on binlercesi evini, yurdunu terk etmiş, kimileri kaçarken boğulmuş, kimileri bütün ailesini kaybetmiş, kimileri ölmeyi beklemekte. Belki de bayramın gelip geçtiğinden habersiz... Bir önceki bayram da aynıydı; Halep’teki kardeşlerimizin katliam görüntüleri eşliğinde geçirmiştik onu. Dua etmemizi tavsiye etmişti imamlarımız, çaresizce dua etmiştik. Fakat Halep talan edilmiş, boşaltılmış ve zalim İran’a teslim edilmişti. Geçen bayramlar çok farklı değildi birbirinden. Kurban bayramında Yemenli kardeşlerimizi öldürmüştü aynı İran. Suud’un derdi sömürge toprağını korumaktı, Müslümanları değil. Açlık, hastalık ve zorluklara dayanacak gücü kalmamıştı Yemen’in. Bombardımanla ölmeyen çocuklar kolera salgını ile ölüyordu. Ya her sene Ramazan Bayramını dört gözle bekleyen “İsrail” için ne demeli? Bayramı Filistinli Müslümanların, kardeşlerimizin kursağında bırakmışlardı. Sadece bayrama yüze yakın ölüm sığdırdılar, Aksa talan edildi… Yıllar öncesinde yine bir Kurban bayramında kurban edilen Müslüman Iraklıların hikâyesini bilirsiniz. Bir daha iflah olamayan Irak’ın hikayesini... Kimyasal silah bahanesiyle 1.5 milyon müslümanı katlettiler. Aslında Müslümanlara hangi nazarla baktıklarını çoktan ayan beyan ortaya koydular.
“Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime” mısraları bile yetersiz kaldı vaziyeti anlatmaya. Zira kanın damlamadığı yer kalmadı. Uzak Asya’nın en ücra köşelerine bile damladı. Fas’tan Endonezya’ya kadar kanın ıslatmadığı bir toprak parçası kalmadı. Fakat ne yazık ki bu coğrafyanın kanı, nesli tükenmekte olan beyaz gergedanın veya kutuplarda avlanan kutup ayılarının kanı kadar konuşulmadı, tartışılmadı. Nesli tükenmeye bırakılan bir ırk gibi Müslümanların yaşadığı her metrekare yangın yerine döndürüldü, başlarına da ateşe körükle giden sözde itfaiye erleri konuldu. Müslümanlara da sıranın kendilerine geleceği ana kadar olan biteni izleme fırsatı verildi. Filmin sonunun hüsranla biteceği daha en başından belliydi.
İşte böylece Batılı sömürgeciler ile Doğu’daki ajanları bütün bayramları Müslümanların kursağında bırakmaya yemin etmişler.
Artık bayramın gelmesini istemeyen Müslümanlar var.
Birlik ve beraberliğimizden dudakları uçuklarcasına korkan Batılılar, Müslümanları bir gün bile aynı mutluluk ve aynı hüzün ile bir araya getirmiyor. Yaşananlara karşı duyarlılığını kaybetmiş, politik duyguları insani duygularını imha etmiş, vicdanın ve insafın ne olduğunu unutmuş, reel politikanın müritleri haline gelmiş yöneticileri, idarecileri gördük, görmekteyiz. Her bayram olduğu gibi bu bayramda da aynı yüzleri, aynı maskeleri gördük; aynı sözleri, aynı tükenmişlikleri dinledik. Mesela Ortadoğu’nun bir eli yağda bir eli balda yöneticileri kınamadılar bile. Onların kınamadığı bir dünyada kınamak en önemli mücadele haline geldi. İlginç hezeyanlar yaşadık bu bayramda yine. Bu zulme dünyanın sessiz kaldığını söyleyerek alkış alanlar oldu. Biri de çıkıp “biz uzayda mı yaşıyoruz?” demedi, diyemedi. Kınamayı, sessiz kalmamak zannetmiş olabilirler. Peki, her seferinde “Dünyanın kaderi 5 ülkenin iki dudağı arasında değildir” ve “Dünya 5’ten büyüktür” diyenlerin ısrarla BM’i Arakan için göreve çağırmasına nasıl mazaret bulunabilir? Asli görevi İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık olan BM, AB, NATO, ABD ve diğer varlıklardan Müslümanları kurtarmalarını beklemek bizim yöneticilerimizin kronik alışkanlığı oldu?
Sorumluluk herkesin fert olarak üstlenebilceği önemli bir yük. Sonucu bu yükün altında kalmak dahi olsa iyi bir lider bu yükü kaldırmaya azami derecede gayret sarfeder. Kaldırabilirse kahraman, kaldıramazsa muhlis olarak bilinir ve her iki durumda da kazanır. Fakat bu yükü kaldırmaktan imtina ederse, başkasının kaldırmasını beklerse, kaldırmayı gereksiz görürse tebaasının gözünde sorumsuz ve liyakatsiz bir lider olarak tanınır, bilinir. Liderlik en iyisi olmayı, en zor zamanda kolaylaştırmayı ve en kritik kararlara imza atarak olağan süreci değiştirmeyi gerektirir. İyi lider olma arzusu taşımayanların ise ümmete liderlik yapmak için aday olmamaları gerekir. Zira onların varlığı kafa karışıklığı, kargaşa ve ön yargıdan başka bir şey doğurmaz.
Hani bir tabir vardır: “Bayram değil, seyran değil” derler. Her bayram olduğu gibi yine bu bayramda da maalesef “bayram olmadı, seyran olmadı ama koskoca bir hüsran oldu.” Neden mi?
Her sene kınama oranını biraz daha arttırarak ses çıkardığını iddia edenleri değil de, Müslüman’a uzanan eli pişman eden birini yönetici olarak göremediğimiz için,
Batı’ya her şart ve koşulda güvenmekten vazgeçmeyenlerin ümmete ümit vaadettiği için,
Acziyetimizi, çaresizliğimizi bir takım politik söylemler ve süslü cümleler ile örtbas edenlerin aymazlığı için,
Müslümanların kanını ucuz görenlerin kendi kanlarını paha biçilmez görme kibri ve müstekbirliğine düştüğü için,
Halife Mu’tasım’ın Müslüman hanıma el uzatan bir topluluğa verdiği karşılık, Abdulhamit’in Kudüs topraklarına sahip çıkarak Yahudilere verdiği karşılık ve sayamayacağımız kadar çok olan diğer örneklerin yerini kınama yaparak verilen karşılığa bıraktığı için,
Kısacası Hilâfet’in ilan edilemediği, halifesizliğin eksikliğini büsbütün yaşadığımız bir Bayramı geride bıraktığımız için ortada ne bir bayram kaldı ne de bir seyran, kala kala koskoca hüsran kaldı.