Yeni bir şey öğrenmek, bilmediği bir bilgiye sahip olmak, insanda bir heyecan oluşturur. İnsanın öğrendiği bu şey, hele de bir ideoloji ise, o bambaşka bir havaya bürünür; zihninde ve duygularında güçlü bir değişim başlar, yanlış ve batıl fikir ve mefhumları terk ederek doğru fikir ve mefhumlara sarılır ve hayata bakışı değişmeye başlar. Sonrasında, onda içinde hapsedemeyeceği bir atmosfer oluşur ve o, inandığı ve benimsediği doğru fikirleri, en yakınlarına, sevdiklerine taşımaya başlar ki işte İslâm’da bu fiile/amele, “davet” denmektedir. İlk peygamber Âdem Aleyhi’s Selam ile başlayıp son peygamber Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e kadar tüm peygamberler ve onlara tâbi olan insanların işi olmuştur, bu davet.
Davetin taşınması, fikrî tartışma ve mücadelede denge faktörü önemli bir unsurdur. Ortada bir fikir varsa bu fikre karşı çıkanlar, onun yanlışlığını ve kendi fikirlerinin doğruluğunu ortaya koymalı, karşı tarafı ikna etmelidir. Evet, olması gereken mücadele üslubu bu iken, tarih boyunca hak-batıl mücadelesinde durum böyle olmamıştır. Rasul ve nebilerin getirdikleri hakikatlere karşı çıkanlar, onlarla fikrî bir mücadele yerine, ellerindeki güç ve kuvveti kullanmışlar, yalanlama, aşağılama, baskı, zulüm, tutuklama, işkence ve şehit etme gibi, akla gelmeyecek üsluplarla, hak bir davetin önüne geçmeye çalışmışlardır. Zira bu durum, her dönemde, doğru fikre fikirle karşılık veremeyenlerin sarıldıkları tek sığınağı ve çaresi olmuştur, çaresizce…
Hakk-batıl mücadelesinde, bir tarafta Allah Subhanehu ve Teâlâ ve Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile müminler, diğer tarafta da şeytan ve ona tâbi olanlar…
Hakk ile batıl arasındaki bu amansız mücadelede, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın elçileri rasuller ve nebiler, her zaman insanları Allah’a davet etmişlerdir. Ancak her dönemde, bu davete icabet edenler olmuşsa da, Hakk’ın batıl karşısında ilerleyişini durduramayan ve sahih bir akide ve fikirlere sahip olmayan kâfirler, münafıklar ve zalimler, davetin karşısında durarak şeytanın temsilciliğini yapma gayreti içerisinde olmuşlar, akla gelmeyecek üsluplarla Hakk’ı yok etmek için mücadele etmişlerdir.
Putperest bir kavme rasul olarak gönderilen İbrahim Aleyhi’s Selam, kavmini putları terk edip iman etmeye davet ettiğinde, bu davete karşı söyleyecek makul hiçbir söz bulamayan Nemrut ve o bedbaht kavmi, kuvvetçe üstünlüklerine güvenerek zorbalık yolunu tutmuşlar ve İbrahim Aleyhi’s Selam’ı ateşte yakma kararı almışlardı. Bunun için, bir ay boyunca odun taşıyarak dağ gibi bir ateş yakmışlardı. Yakılan ateşin alevleri semalara çıkıyor, hararetinden dolayı, kuşlar yakınından bile geçemiyordu. İbrâhim Aleyhi’s Selam, elleri kelepçeli ve ayakları prangalı bir şekilde ateşin başına getirilmişti. O, zor bir durumda olmasına rağmen Rabbisine karşı büyük bir teslimiyet ve tevekkül içindeydi. Nemrut ve destekçileri İbrahim Aleyhi’s Selam’ı mancınığa koyup ateşe atmak üzere iken, İbrahim Aleyhi’s Selam, [حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ] “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” diyordu.
İbrahim Aleyhi’s Selam’ın Rabbine olan bu teslimiyeti sonrasında, daha ateşe düşmeden yüce Allah, ateşe, [قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْداً وَسَلَاماً عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ] “Ey Ateş! İbrahim’e serin ve selâmet ol!” [Enbiyâ Suresi 69] diye emretmiş, böylece İbrahim Aleyhi’s Selam’ın düştüğü yer, bir anda gülistana dönmüştü. İbrahim Aleyhi’s Selam’ı ateşe atmalarından sonra Allah Subhanehu ve Teâlâ onların üzerine sivrisinek musallat etmiş, aradan çok geçmeden Nemrut, burnundan beynine ilahi bir emirle ulaşan bir sivrisinek eliyle helak olmuştu.
Musa Aleyhi’s Selam ile Firavun arasındaki mücadelede de durum aynıydı. Güç ve iktidarı elinde bulunduranlar her zaman aynı şeyi yapıyorlardı. Musa Aleyhi’s Selam’ın gösterdiği mucizeler karşısında, sihirbazlar secdeye kapanıp iman etmişlerdi. Bunu gören Firavun çılgına dönmüştü; [قَالَ اٰمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۚ اِنَّهُ لَكَب۪يرُكُمُ الَّذ۪ي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَۚ فَلَسَوْفَ تَعْلَمُونَۜ لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ ] “Ben size izin vermeden O’na îmân ettiniz ha! Demek ki O, size sihri öğreten büyüğünüzmüş! Ama şimdi (size yapacağımı görecek ve) bileceksiniz; andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım! dedi.” [Şuara Suresi 49]
İman eden sihirbazlar, bu tehdit karşısında; [قَالُوا لَنْ نُؤْثِرَكَ عَلٰى مَا جَٓاءَنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذ۪ي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَٓا اَنْتَ قَاضٍۜ اِنَّمَا تَقْض۪ي هٰذِهِ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۜ] “Bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana, seni tercih edemeyiz. Dolayısıyla sen, yapacağını yap! Sen, ancak bu dünyada hükmünü geçirebilirsin! dediler.” [Tâhâ Suresi 72]
[قَالُوا لَا ضَيْرَ إِنَّا إِلَى رَبِّنَا مُنقَلِبُونَ] “Zararı yok! Hiç şüphesiz ki biz, Rabbimize döneceğiz! dediler.” [Şuara Suresi 50]
Kuşkusuz hakkı, fikir ve delillerle, engellemeye güçleri yetmeyen zorbaların, azgınların elindeki en etkili silah, işkence, baskı ve zulümdür. Apaçık gerçeğe karşı, batılın en önemli teçhizatı bunlardır. Bütün bu olanlardan sonra İsrailoğulları’nın ilâhî bir emir uyarınca Mısır’dan ayrılmaları zamanı gelmiş ve bu amaçla yola çıkmışlardı. Kâfirlik ve zalimlikte ısrarından vazgeçmeyen Firavun ve adamları da, onların peşine düşmüşlerdi. İşte bu sırada bir mucize gerçekleşmiş; deniz yarılmış, İsrailoğulları, Allah’ın yardımıyla denizin karşısına sağ-salim geçmeyi başarmışlar, Firavun ve taraftarları ise denizde boğulmuşlardı.
[وَاِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَاَنْجَيْنَاكُمْ وَاَغْرَقْـنَٓا اٰلَ فِرْعَوْنَ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ] “Sizin için (Kızıl) denizi ikiye ayırıp sizi kurtardığımızı ve Firavun’un avanesini ise gözlerinizin önünde boğup batırdığımızı hatırlayın!” [Bakara Suresi 50]
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem de, İslâm risaletini yüklendikten sonra müşriklerin sahip olduğu batıl akideye, bozuk amellere çatmış, onların fikirlerine meydan okumuş, onları putları inkâr etmeye çağırmış ve yalnızca bir tek Allah’a iman etmeye davet etmiştir. Bu meydan okumaya karşılık vermek isteyen Mekke’nin ileri gelenleri ise, hüsrana uğramış, çabaları sonuçsuz kalmıştı. Bu da onları, dil ile delil getirme işini terk edip İslâm Davası’na baskı ve şiddet ile karşı koymaya sevk etmişti. İslâm davetinin kökünü kazımaya çalışıyor, hiçbir silah, şiddet olmadığı hâlde, yalnızca konuşma ile, yapılan meydan okumaya karşılık verememenin acziyeti içerisinde, İslâm davetinin işini bitirmek için, aralarında öldürmenin, işkencenin, yalanlamanın ve ambargonun da yer aldığı ve on üç yıl boyunca sürdürülecek türlü üsluplara başvurmuşlardı. Etkileyici ifadelerden teşekkül eden, anladıkları, şanını yücelttikleri, konumuna özel önem verdikleri ve sırlarını açığa çıkardıkları bir dil ile gelen ve Kâbe’nin ortasında okunurken, dehşetini ve zarafetini aklettikleri o Kur’an’ın celil kelâmı onlara işte böyle galip gelmişti. Ardından İslâmi davet, emin adımlarla yol alıyor, yeni taraftarlar kazanıyordu. Müşrikler, Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem aleyhine komplolar hazırlıyor, O’nu katletmenin plânlarını yapıyor, O’na sarılanlara yönelik zulümlerini ve eziyetlerini şiddetlendiriyorlardı. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ne zaman ki fikirlerini ve bu fikirleri taşıyan hizbî kitle İslam’ın karşısında duranların karşısında, fikirlerini insanlara açıkça ilan etti, işte o zaman toplumda iman ile küfrün, Hakk ile batılın, sahih fikirlerle fasit fikirlerin mücadelesi başladı. İslâm’ın karşısında fikrî olarak duramayan müşrikler, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i yalanlamaya ve düşmanlık yapmaya, ashabına bütün çeşitleriyle eziyette bulunmaya başladı. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in evi taşlandı, üzerine işkembe atıldı, boğulmaya ve hatta öldürülmeye çalışıldı. Aynı şekilde Müslümanlar da azap ve işkenceyle karşı karşıya kaldılar.
Rasulullah ve sahabelerine zulmeden müşrikler, İslâm’ın ve Müslümanların karısında çeşitli üsluplarla durmaya çalışmışlardı. İslâm’ın şafağının belirmesiyle birlikte, İslâm’a saldıran atalarının yolunu takip eden, dün ve bugünün İslâm düşmanları, onları geride bırakmayacak kadar, İslâm’a ve Müslümanlara saldırdılar ve hâlen de saldırmaktadırlar.
İşte, atalarını aratmayacak kadar Müslümanlar üzerinde çeşitli siyasi oyunlar oynayarak İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık yapan, kin besleyen, ümmetin kalkanı ve koruyucusu olan Hilâfet Devleti’ni yıkarak İslâm topraklarını sömürgeci İngiliz kâfirlerin cetvellerine terk eden M. Kemal, ister Hilâfet’i yıkmadan önce olsun, isterse yıktıktan sonra olsun, İslâm’ı yok etmeye yönelik, İslâm’ın esasına ve bu esastan kaynaklanan amellere ilişkin birçok hususu, hatta İslâm’ı hatırlatan birçok şeyi ortadan kaldırmış, İslâm ve onun değerleri ile mücadele etmiştir. Osmanlı Hilafet Devleti’nin kaldırılarak yerine kurulan, laikliği/dinin hayattan ayrılması anlayışını benimseyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan bu yana her dönemde, iktidara gelen hangi fikir ve görüşten parti olursa olsun, İslâm ve onun değerleriyle fikrî mücadele yerine siyasi otorite, kanun keskinliği ve maddi kuvvetle mücadele ederek, Müslümanlar sindirilmiş, korkutularak baskı altına alınmış, tutuklama ve hapsetme gibi sert tedbirlerle bu hayat Müslümanlara dar edilmiş ve bu durum hâlen de böyledir.
Küfrün mızrak başı ABD de, 11 Eylül saldırılarını bahane ederek, İslâm’ı “terör dini”, Müslümanları da “terörist” olarak yaftalayarak, “Terörizmle Savaş” adıyla bir kampanya başlatmış hatta daha da ileri giderek, “Ya bizimlesiniz, ya da teröristlerle!” diyerek, yaptığı katliamlar ve cürümlere meşruiyet kazandırmak ve dünyanın desteğini almak için bir çaba içerisine girmiş; bunda da başarılı olmuştu. Bu bağlamda, Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Yemen, Mısır gibi toprağının her karışında Müslüman bulunan beldelerde katliam üstüne katliam, cürüm üstüne cürüm işlemiş ve hâlen de bu cürümlerine devam etmektedir.
İslâm ümmetine, kurulduğu günden bu yana, şanlı tarihini hatırlatan ve ümmeti, Nübüvvet minhacı üzere İkinci Râşidî Hilâfet’i kurmak için birlikte çalışmaya davet eden Hizb-ut Tahrir de, Rasuller ve dava adamlarının duçar kaldığı baskı ve zulümlere fazlasıyla maruz kalmıştır. Dünya üzerinde daveti taşıdığı bilhassa İslâm beldelerinde yüzlerce defa gözaltı, tutuklama baskı, işkence vs. zulümlere maruz kalmıştır. Sömürgeci kâfirler ve yerli işbirlikçi zalimler, onun davetine karşı koymak için mücadele etmişler, ancak hayal kırıklığından başka bir şey elde edememişlerdir. Böylece Hak davet, Allah’ın fazlı sayesinde kendi metodu üzere sabit bir şekilde kalmaya devam etmiştir.
Allah’ın Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve sahabesinde bizim için güzel bir örneklik vardır. Zira Kureyş’in ileri gelenleri de efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in davetine ve iman edenlere, baskı ve zulümlerini sürdürmüşler ancak onlar, hayal kırıklığına uğrayıp kaybetmişlerdir. Hizb-ut Tahrir de, zalimlerin her türlü baskı ve zulmüne rağmen, kurulduğu günden bu yana zalimlere karşı, kaya gibi sert bir duruşla onlarla mücadele etmiş, İslâm ve onun ideolojisine sıkı sıkıya sarılarak, Hilâfet’i kurma yolunda dosdoğru bir istikamet/metot üzere mütekâmil, güçlü, siyasi bir parti özelliğini her daim korumuştur.
İslâm ve onun davetiyle savaşan herkes, yaptıkları amelleriyle sayfalarını karartırken, hakikat çağrıları ise başarıya ulaşmış ve hak daveti sabırla taşımaları ve Rablerinin emri üzere sebat etmelerinden dolayı da Allah Subhanehu’nun vaadi gerçekleşmiştir.
Bizler ümmetin tüm evlatlarını, Hilâfet’i kurmak, İslâmi hayatı yeniden başlatmak için bu kutlu daveti taşıma farziyetini gerçekleştirmek, Muhacir ve Ensar’dan ilk müminlerin kaydettiği gibi, isimlerini izzet ve onur hanesine yazdırmaları amacıyla çalışanlarla birlikte, çalışmak için, kardeşlerinin çağrısına icabet etmeye davet etmekteyiz. Sakın zalimlerin güç ve kuvvetlerine, onların makamlarına hiç kimse aldanmasın. Zira hak davet, yenilmeyecek kadar güçlü ve kırılmayacak kadar da serttir. Çünkü o, Allah’ın emri üzere yürüyen, O’nun rızasını isteyen ve Allah Subhanehu’nun vaadine dayanıp güvenen bir davettir. Nitekim O, şöyle buyurmuştur:
[إِنَّا لَنَنْصُرُ رُسُلَنَا وَالَّذِينَ آمَنُوا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ يَقُومُ الْأَشْهَادُ] “Şüphesiz rasullerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.” [Mümin Suresi 51]
Velhasılıkelam, -ister rasul ve nebiler, isterse sahabe ile dün ve bugünün davetçileri olsun- davetin taşınmasında, mevcut sistemin güç ve iktidar sahipleri ve karşıt fikirlerin taraftarlarıyla mücadele içerisinde olmuştur. Bu durum sert tartışmalar, baskı ve zulmü de beraberinde getirmiştir. Bu, Allah’ın bir sünnetidir. Ve bunda birçok hikmet söz konusudur. Zira tepki görmeden, fikrî ve siyasi tartışmalar olmadan, engellerle karşılaşmadan, zulüm ve baskılara karşı direnmeden… dava ve davetçinin fikirleri olgunlaşmaz, billurlaşmaz, gelişmez, güçlü ve kuvvetli olmaz. Zira rasuller, sahabeler ve davetçilerin hayatları bu hakikatleri anlamak için bize birer örnektir. Ayrıca, Allah Subhanehu ve Teâlâ davetini taşıyanların saflarını netleştirmek, samimi olanları olmayanlardan ayırt etmek için baskı, zulüm ve musibetleri, dava adamları için birer imtihan vesilesi kılmıştır.
[اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ] “Eğer başınıza bir bela gelirse, (bilin ki,) benzer bir belaya (başka) insanlar da uğramıştır; zira böyle (iyi ve kötü) günleri insanlara sırayla paylaştırırız: (Bu,) Allah'ın, imana erenleri seçip ayırması ve aranızdan hakikate (hayatları ile) şahitlik yapanları seçmesi içindir. Çünkü Allah, zalimleri asla sevmez.” [Âl-i İmran Suresi 140]
Yine, baskı ve zulüm davetin topluma yayılmasında, kamuoyu oluşmasında da etkin bir unsurdur. Zira Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve sahabeler, daveti taşırken müşriklerin baskı ve zulmüne maruz kaldıkça, bu durum Mekke ve çevresinde insanlar nezdinde duyulmaya başlamış ve bir süre sonra İslâm risaleti kamuoyu hâline gelmiş, Medine’de siyasi bir otoriteye/devlete, Ensar ve Muhacir’in desteğiyle Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de kurduğu, 1. Râşidî Hilâfet Devleti’ne ulaşmış oluyordu.
Ve… yine baskı ve zulüm, davetçi ve davasını güçlü kılar. Davetçi, herkesin gününü gün ettiği dünyada, doğru bir akideye iman etmiş, onun gereği olarak şer’î hükümlere bağlanmanın imanın gereği olduğunu kavramış ve İslâmi hayatı yeniden başlatmak için, nebevi bir metot dahilinde, toplumun fikir ve duygularının, dahası nizamlarının, İslâm ile değiştirilmesi için bir çaba/çalışma içerisine girmiştir. İşte bu noktada, hayatın bir imtihan olduğu gerçeği, dava adamını kuşatmış, onu; eşiyle, işiyle, ailesiyle, arkadaşları ve toplumla karşı karşıya getirmiş, en önemlisi de zalim rejimlerin baskı ve zulmüne maruz kalarak sıkıntılarla karşılaşmıştır. Fakat o, inandığı değerlerle/şer’î hükümlerle amellerine yön vermiş, musibet ve belalarla her karşılaştığında, pişerek/olgunlaşarak kuvvet, basiret ve ferasete sahip olmuş, başı dik, alnı açık, akidesine sıkı sıkıya sarılan, hedefini ve metodu kavramış ve bu hedefe yürürken kınayıcının kınamasından korkmadan, toplumun fikrinin ve hissinin/duygularının, İslâm ile değişeceğine/değiştirilmesi gerektiğine iman eden güçlü bir dava adamı olmuştur.
İşte, İslâm risaleti bu güçlü dava adamları eliyle çok yakın bir gelecekte hayat, devlet ve topluma hâkim olacak, yeryüzü geçmişte olduğu gibi önceki izzet ve şerefine yeniden kavuşacak, Allah’ın izniyle.
Sevban RadiyAllahu Anh’tan rivayet edildiğine göre, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
“Rabbim yeryüzünü benim için -her tarafı görünür şekilde- dürüp topladı. Onun hem doğu taraflarını hem batı taraflarını gördüm. Muhakkak ki, benim ümmetimin mülkü/hükümranlığı bana dürülüp toplanan (gösterilen) yerlere kadar ulaşır.” [Müslim, Ebu Davud, Tirmizî]