Hayatımızın son otuz yılına damga vuran, on binlerce insanın katledildiği, milyonlarca insanın olumsuz etkilendiği Kürt meselesi, son zamanlarda pek konuşulmuyor. Günlük gazetelerde, haber sitelerinde hakkında bolca haber yapılan, tartışma programlarının olmazsa olmaz konusu olan Kürt meselesi uzun zamandan beri medyada konu edilmemektedir. Sanki böyle bir sorun yokmuş ya da mesele halledilmiş gibi bir sessizlik var.
Malum, efdal olan gündeme dair yazı yazmaktır. Ancak, bir meselenin medyanın gündeminde olmaması, önemsiz ya da etkin olmadığı anlamına gelmez. Gelinen noktada Kürt meselesine dair bir çözüm getirilmediği gibi bu mesele, halen ülkenin temel sorunlarından biri olma özelliğini de taşımaktadır.
Sorunlar sümen altı edilmekle, görmezden gelinmekle ya da baskılanmakla çözülmüş olmaz. Aynı şekilde iradesiz ve yanlış yaklaşımlar ile de çözülmez. Bundan önce başlatılan ve adına “çözüm süreci” denilen süreçte toplumun büyük bir kısmında meselenin çözüleceğine dair büyük umutlar oluştu. Ülkeyi bir heyecan sardı. Barış ve demokrasi naraları atıldı. Gerek o dönemde mevcut olan ve gerekse hızlı bir şekilde oluşturulan heyetler, platformlar süreç için seferber oldu. Her iki tarafın referanslarını ve meselenin uzandığı yerleri tespit edemeyenler için sonuç, hüsran oldu.
Konu ile ilgili Dergimizin Temmuz 2013 (106.) sayısında yayınlanan yazımdan bir kesit sunmak istiyorum: “…Kendisi ile ilgili şartlardan bağımsız olarak ele alındığında, herhangi bir olgunun sağlıklı bir şekilde değerlendirilemeyeceği bilinen bir gerçektir. Daha kaçıncısıyla muhatap olacağımızı bilmediğimiz son barış sürecine ve sonucuna ilişkin sağlıklı bir bakış oluşturmak, içinde bulunduğumuz konjonktür ve aktif güçlerin geleceğe yönelik stratejilerini doğru bir şekilde algılayıp analiz etmekten geçmektedir. Her ne kadar bu süreç, birebir ve zorunlu olarak genel koşulların ürünü değilse de tamamen bağımsız olduğu da söylenemez. Çünkü daha önce de 'farklı koşullar' altında bu türden atraksiyonlar meydana geldi, fakat somut bir sonuç çıkmadı. Bu kez de 'barış' adına bütün sözler söylenebilir ve ardından yeniden savaşa devam edilebilir…” ki öyle oldu ve sürecin bitmesi ile ülke genelinde patlayan bombalar ile yüzlerce insan hayatını kaybetti.
Büyük umutlar ile başlatılan “barış/çözüm süreci”, Mart 2015’te Demirtaş’ın, grup toplantısında tek cümlelik “seni başkan yaptırmayacağız” sözü ile fiilen sona ermişti. 7 Haziran seçimleri akabinde, Ağustos 2015’te Erdoğan’ın, “çözüm süreci buzdolabına kaldırılmıştır” açıklaması ile süreç resmen sona erdi. Ancak sürece ilişkin halkta oluşturulan umutların bir anda yerle yeksan olmaması için, zamanı gelince şartlara göre tekrardan başlatılabileceği algısı oluşturulmak adına “buzdolabına konulduğu” söylendi. Ancak görünen odur ki süreç, buzdolabından ziyade doğrudan çöpe atılmıştır. Sonuç olarak gerek Örgüt ve gerekse Hükümet, fabrika ayarlarına dönüp çatışmaya başladılar.
Bu sürecin akamete uğramasının, her iki aktörün arkasındaki güçlerin farklılığından kaynaklandığı görmek zor değildir. Zira meselenin çözümünün sadece görünen aktörler ile çözülebileceği düşüncesi, doğal olarak sığ bir düşüncedir. Asıl aktörlerin anlaşmazlığındaki sebeplerden bir tanesi de Demirtaş’ın söyleminde geçtiği gibi “başkanlık sistemi” olduğu da açıktır.
Çözüm sürecinin başlaması da bitmesi de başkanlık sistemi ile birebir ilişkilidir. AKP’yi doğru okuyanın nezdinde, AKP’nin sahip olduğu düşünce ve ekseninde döndüğü değerler açısından, iktidarda kalması halinde başkanlık sistemini getirmek istediği hususu açıktır. Çünkü AKP, jakoben İngiliz anlayışı ile hareket eden ulusalcı kesimin, laiklik ve cumhuriyet söylemlerine karşın ABD’nin, insan hakları, özgürlükler fikrini, demokratik liberal söylemlerini öne çıkartıyordu. Dolayısı ile iktidarda kaldığı süre içinde, ülkenin bütün kurumlarını, sahiplendiği bu değerler ile yeniliyordu. Doğal olarak, nihayetinde parlamenter sistemi de başkanlık ile değiştirmesi gerekiyordu.
Başkanlık sisteminin kamuoyunda konuşulmaya başlandığı ilk zamanlarda AKP, başkanlık sistemini HDP ile getirme düşüncesine sahipti. Çünkü bu sistem, esasında eyalet sistemini de beraberinde getirmektedir. Şayet eyalet sistemine karşı kamuoyunda şiddetli bir muhalefet olursa, daha etkin ve daha güçlü yerel yönetimler tesis edilecekti. Her iki durum, HDP’nin isteklerini büyük oranda karşılayacaktı. Böylece AKP, hem başkanlık sistemini getirecekti hem de Kürt meselesini kendi yöntemi ile çözmüş olarak tarihe geçmiş olacaktı. Şayet örgüt üzerinde, AKP ile ortak bazı söylemler içinde olan Öcalan ve ekibinin etkinliği sürseydi, süreç istenilen şekilde bitirilebilirdi. Ancak, örgütün yönetim kadrosunun değişmesi ile süreç de bitti.
O süreçte meydana gelen birkaç olayı kısa bir şekilde hatırladığımızda, durum net olarak anlaşılacaktır. Sürece ilişkin topluma yansıyan ilk adım Aralık 2012 yılında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Öcalan ile görüşmesi oldu. 2013 yılı nevrozunda (Mart’ta) Öcalan’ın mektubu okundu ki mektubun içeriği hükümetin düşünceleri ile paralellik arz ediyordu. Yani silahlı unsurlar yurt dışına çıkacak ve yeni bir dönem başlayacaktı. Erdoğan’ın işlettiği süreci ve Öcalan’ın çağrı ve tavsiyelerini gören örgüt içinde etkin olan karşıt değerlerin aktörü, bu süreci sabote etmeye başladı.
KCK’nin tüzüğüne aykırı olmasına rağmen, Öcalan’ın isteği ile Murat Karayılan, üçüncü kez yönetimin başındaydı ve Öcalan’ın çağrısına binaen Nisan 2013 yılında koşulsuz olarak sınır dışına çekileceklerini açıkladı. Ancak Temmuz 2013 yılında yapılan kongrede Öcalan ile aynı şekilde düşünen Karayılan ve ekibi tasfiye edildi. Daha çok ulusalcı ve katı laik kimlikleri ile bilinen Cemil Bayık ve ekibi yönetime geldi. Cemil Bayık yönetime geldiği gibi sürece ilişkin olumsuz konuşmaya başladı. Silah bırakmanın ölüm olduğunu ve Eylül 2013’te çekilmeyi durdurduğunu açıkladı. Akabinde sık sık savaştan bahsetti. Haziran 2015 seçimlerden sonra Demirtaş’ın, Öcalan’ın çağrısıyla PKK’nin silah bırakabileceği açıklamasına KCK cevap verdi: “Şunu açıkça vurgulamalıyız ki PKK’nin Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakma konusu ve bunun iradesi tamamen bize aittir” ve “mevcut İmralı koşullarında bulunan Abdullah Öcalan’ın böyle bir çağrıyı yapmasının mümkün olmadığını” söyleyerek Öcalan’ı tamamen yetki ve devre dışı bırakıyordu.
Gerek örgüt/HDP ve gerekse Erdoğan, süreci bitiren tarafın kendileri olmadığı suçunu her biri karşısındakine atarak halkta kendi lehlerine algı operasyonlarına giriştiler. HDP, seçime parti olarak girme kararını aldı, Erdoğan meydanlarda halktan 400 milletvekili istedi. Sonuç, HDP için tarihi zafer, Erdoğan için hayal kırıklığı oldu.
Seçimlerden sonra üç ay boyunca süren koalisyon kurma tiyatrosundan sonra tekrar seçime girildi. AKP, koalisyon kurma sürecini iyi yönetti ve aslında koalisyon kurmak istemeyen kendisi olduğu halde topluma, diğer partilerin işi çıkmaza sürüklediğini göstermede başarılı oldu. Özellikle tabanının beklentisi olduğu halde, MHP’nin koalisyona yanaşmaması daha çok MHP’den kendisine kaymalar sonucu AKP, 1 Kasım seçimleri ile tekrar tek başına iktidar olabildi. Davutoğlu ile Başkanlık sistemi düşüncesinin zayıfladığını gören Erdoğan, Davutoğlu yerine Binali Yıldırım’ı AKP’nin başına getirdi. Ancak, başkanlık için yine güçlü bir zemin yakalayamadı. Başkanlık sistemi için sürece bu kadar zaman harcayıp da eline bir şeyin geçmemesi ve çatışmaların kentlere taşınması, hükümeti daha sert davranmaya ve sindirme politikasına sevk etti.
Önce dokunulmazlıklar kaldırıldı, 15 Temmuz darbe girişimi sonunda meydana gelen atmosfer ve OHAL kapsamında çıkartılan KHK’lar ile büyük bir sindirme operasyonuna girişti. Hem HDP milletvekillerini hem de sahada etkin olan militanları tutuklayıp kentlerde yoğun önlemler almaya başladı.
Diğer taraftan 1 Kasım seçimlerinden sonra koltuğu iyice sallanan Bahçeli’yi muhaliflerinden kurtaran, Erdoğan oldu. Erdoğan’ın HDP üzerine gitmesi ve kendisini muhalifleri karşısında kollamasının bir karşılığı olarak Bahçeli, başkanlık sistemi konusunda Erdoğan’ın umutlarını yeniden canlandırdı.
Erdoğan’ın Bahçeli’yi muhalif rakiplerinden kurtarması sonucu bir minnet borcu olarak desteklemesi ile yetinmesini beklemek zannımca doğru değildir. Kendisi için bir şahsın koltuğundan çok daha büyük bir öneme sahip olan sistem değişikliğine verilen bu desteğin, ileride daha fazla karşılığı olması beklenir. MHP’nin desteği sayesinde başkanlık sistemine geçilmesi halinde, yönetimden kendisine bir payın verilmesi ile Kürt meselesinin siyasi olarak çözümü daha da ötelenecektir. Hâlihazırda OHAL kapsamında yürüklükte olan güvenlik merkezli uygulamalar sonucu bir sessizlik hâkimdir. Ancak şu unutulmamalıdır ki ne OHAL sürekli olabilecektir, ne de baskı sonucu oluşan sessizlik…
Sonuç olarak, daha önce defaten ifade ettiğimiz gibi Kürt meselesi, kendisini meydana getiren faktörlerle çözülmedi ve çözülemez. Hakeza, yönetim, beşerî ideolojilere dayandığı müddetçe -ister parlamenter sistem, ister Başkanlık sistemi ile uygulansın- insanlığa hayr değil, şer getirecektir. İnsanlığın kendisi ile kalkındığı, her sorununa çözüm bulduğu, adalet içinde hayat sürdüğü yegâne nizam, İslam nizamıdır. Bu nizamın kendisi ile uygulandığı yönetim modeli de Râşidî Hilâfet’tir.