Türkiye’deki siyasi atmosfer, Kürt meselesi ve terörle mücadele alanında yeni bir açılım sürecine; beraberinde yeni teklif ve pazarlıklara, yeni siyasi oyunlara sahne olurken, MHP lideri Devlet Bahçeli, 5 Kasım günü TBMM grup konuşmasında ağzındaki baklayı çıkardı ve şu ifadeleri kullandı:
“Eğer terör hayatımızdan sökülüp atılırsa, enflasyona darbe indirilirse, Cumhurbaşkanımız Erdoğan'ın bir kez daha seçilmesi doğal bir tercih değil midir? Lazım gelen anayasal düzenlemeyi yapmak, önümüzdeki görevler arasında olmayacak mıdır? Devlette devamlılık, siyasette istikrar, Türkiye Yüzyılı'nın güvencesi için Sayın Recep Tayyip Erdoğan bize göre tek seçenektir…”
Bahçeli, bu açıklamayı yaparak, uzun zamandır tartışma konusu olan yeni anayasa sürecinin hangi amaçla gündeme getirildiğini resmi ağızdan söylemiş oldu. Meğer Kürt halkına uzatılan kardeşlik(!) eli, terörist başı Öcalan’ın umut hakkı vaat edilerek mecliste konuşma yapmaya davet edilmesi, hepsi Erdoğan’ın yeniden aday olup cumhurbaşkanı seçilebilmesi içinmiş. Ve tabii Erdoğan’ın yeniden seçilmesiyle aynı zamanda MHP’nin hiçbir sorumluluk taşımadan ülke yönetiminde etkili olmaya, güvenlik ve yargı bürokrasisinde yer tutmaya, iktidar nimetlerinden sonuna kadar faydalanmaya devam etmesi için…
Aylardır siyaseti esir alan, Gazze’de devam eden soykırımı, halkın yaşadığı derin ekonomik krizi ve başka birçok toplumsal sorunu gölgeleyen yeni açılım sürecinin iç siyasetle ilgili kısmı böylece anlaşılmış oldu. Daha doğrusu, “itiraf edilmiş oldu” diyelim. Zira Erdoğan’ın yeniden aday olma isteği ve bunun gerçekleşebilmesi için anayasayı değiştirmeye çalışacağı zaten biliniyordu.
Şimdi soru şu: Devlet Bahçeli’nin anayasa ve Kürt açılımı konusunda asıl niyeti açıklayarak iktidarın samimiyetsizliğini ortaya çıkarmasından sonra süreç nasıl ilerleyecek ve nasıl başarıya ulaşacak? Bahçeli neden kamuoyu önünde böyle açık bir itirafta bulundu?
Bu soruyu cevaplamak için süreci en başından hatırlayalım.
İktidarın Hedefleri
Muhalefetin zafer kazandığı 31 Mart yerel seçimlerinden hemen sonra, iktidar, CHP’ye yumuşama mesajı vererek başta ekonomi olmak üzere ülkenin esas sorunları üzerinden muhalefet yapılmasını engelledi. CHP’nin çiçeği burnunda başkanı Özgür Özel’in parti içerisindeki karışıklıkları yönetmek ile iktidar tabanını kazanma gayreti arasında gidip gelen pasif siyaseti, iktidarın bu planına yardımcı oldu. Böylece iktidar, Türkiye’deki tüm sorunların asıl kaynağı olan Anayasa’nın ilk dört maddesinin korunacağı garantisi vererek yeni anayasa gündemini muhalefete dayatarak olgunlaştırdı.
22 Ekim’de, Devlet Bahçeli tarafından Türkiye’ye yönelik dış tehditlerin arttığı bahane edilerek, iç cepheyi güçlendirmek amacıyla Öcalan üzerinden DEM Parti’ye ve Kürt halkına yeni bir toplumsal mutabakat çağrısı yapılan ikinci adım atıldı. Bu adımla birlikte kilit parti konumundaki DEM Parti’nin CHP’den koparılması ve DEM Parti üzerindeki Kandil etkisinin bitirilerek Cumhur İttifakı’nın yanında hizalanması için zemin oluşturuldu.
Kandil ya da PKK, kendilerini tasfiye etmeyi amaçlayan bu gelişmeler karşısında; masada kendilerinin olmadığı bir sürecin gerçekleşemeyeceğini, Abdullah Öcalan’ın örgüt nezdinde bir etkisinin kalmadığını, müzakerenin kendileriyle birlikte yürütülmesi gerektiğini hissettirmek için TUSAŞ’a yönelik terör saldırısında bulundu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, TUSAŞ’a yapılan terör saldırısının toplumsal mutabakatı sağlama yönündeki azimlerini daha da güçlendirdiğini, ayrıca Kandil’deki terör baronlarına çağrıda bulunmadıklarını, çağrının muhatabının Kürt halkı olduğunu dile getirdi.
Havuç ve Sopa Politikası
Buraya kadar yaşananlar, iktidarın CHP ve DEM Parti’ye karşı havuç siyaseti izlemesi, sürecin iktidar lehine ilerlemesi şeklinde devam etti. Fakat havucun olduğu yerde mutlaka sopanın da olması ve gerektiğinde kullanılması gerekir ki o da Özgür Özel’den farklı olarak kendi siyasi ikbal hesabına göre hareket eden, iktidara karşı iki kez seçim kazanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 29 Ekim kutlamalarındaki konuşmasından sonra devreye alındı. Zira İmamoğlu, 29 Ekim’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni hedef alarak bir belediye başkanı değil de sanki CHP’nin başkanı ve cumhurbaşkanı adayı niteliğinde bir konuşma yaptı. Bu konuşmadan iki gün sonra, DEM Parti ile yapılan kent uzlaşısı kapsamında aday gösterilerek seçilen ve aynı zamanda İmamoğlu’nun eski danışmanı olan CHP Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, terör soruşturması gerekçesiyle tutuklanarak yerine kayyum atandı.
Böylece kayyum sopasıyla Esenyurt’tan Saraçhane’ye tünel kazılarak CHP ve İmamoğlu’na güçlü bir gözdağı verildi. Üç gün sonra, 4 Kasım Pazartesi günü ise DEM Parti’nin Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyum atanarak Kandil ve CHP’den uzaklaşıp iktidara yakınlaşması için DEM Parti’ye ayrıca bir mesaj verildi. Görünen o ki iktidar, istediğini alana kadar kayyum atamaları devam edecektir. Çünkü hem CHP hem de DEM Parti iktidara mukavemet gösterecek fikrî ve siyasi bütünlüğe sahip değil. Ayrıca demokratik sistem partilerinin iliklerine kadar işleyen menfaat anlayışı, siyasilerin pragmatist davranmalarına, ilkesizce oradan oraya savrulmalarına neden olmaktadır. Türkiye siyasi tarihi, siyasetin halkın maslahatı için değil meslek, statü ve çıkar için yapıldığına dair sayısız örneklerle doludur.
Tüm bunların yanında, iktidarın sırtını dayadığı daha büyük bir güç var ki, Devlet Bahçeli’nin; Erdoğan’ın ve kendilerinin koltuklarını korumaları için anayasayı değiştirmek istediklerini neden itiraf ettiği sorusunun cevabı burada yatmaktadır. İşte o güç hem Türkiye üzerinde hem PKK’yı topraklarında barındıran Irak, Suriye ve İran rejimleri üzerinde hem de Suriye’deki YPG üzerinde önemli nüfuzu olan sömürgeci ABD’dir. Meselenin hiç kimse tarafından itiraf edilmeyen dış siyasetle ilgili kısmı da burasıdır. Zira tüm aktörler, emrin büyük yerden geldiğini; asıl patron ve muhatabın ABD olduğunu bilmektedir. Aksi halde ne iktidar siyasi ve toplumsal açıdan tehlikeli sonuçlara yol açacak böyle büyük bir riski alabilir ne de muhalefet iktidarın bu adımını böyle pasif ve tavizkâr karşılayabilir.
ABD’nin Hayati Çıkarları
Tıpkı 2013’deki çözüm süreci gibi Amerika; yeni Kürt açılımı projesiyle bölgesel bir savaş çıkmadan Yahudi varlığının güvenliğini sağlamak, yeni Arap Baharı gibi İslami uyanışların yaşanmasına engel olmak, Çin ve Rusya’ya yoğunlaşmak için Ortadoğu’da sükûneti sağlamayı hedeflemektedir. Bu hedefin gerçekleşebilmesi için, PKK’nın İngiltere ve Avrupa yörüngesinde dönen Kandil’deki kanadının ABD güdümündeki Suriye PYD’sine katılarak kontrol altına alınması, böylece İslami devrimin etkisinden hâlâ kurtulamayan Esad rejimine destek verilmesi ve tüm bölgenin ABD çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn edilmesi gerekmektedir.
Kısacası; ABD, İslam ümmetinin Hilâfet’e yönelişini engelleyerek, Hilâfet’in gerçek birleştiriciliğine karşı sahte, yapay birliktelikler üretmeye çalışarak hayati çıkarlarını korumak istemektedir. Ne yazık ki, ABD’nin bu konudaki en büyük yardımcısı, 22 yıl boyunca Irak ve Afganistan’da, Suriye ve Libya’da, Kafkasya ve Afrika’da ABD’ye hizmet konusunda kendisini kanıtlamış, Müslümanları aldatmakta mahir; Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti iktidarıdır. Dolayısıyla, Erdoğan’ın iktidarda kalması için ne gerekiyorsa yapılmaya çalışılmaktadır. Gazze yangını, ekonomik kriz ve toplumsal çöküş sarmalındaki Türkiye iç siyasetinde yaşanan son gelişmeler bundan başkası değildir. Zira heybesinde laiklik, milliyetçilik ve menfaatçilikten başka bir şey olmayan; siyasete “La ilahe illAllah Muhammedun Rasulullah” zaviyesinden bakmayanların, Müslümanların sorunlarını çözmesi düşünülemez. Bizlere düşen, olaylara mümin feraseti ile bakarak aynı delikten defalarca ısırılmamak, Türk, Kürt, Arap kardeşliğini, ümmetin birliğini ve bağımsızlığını hakiki manada tesis edecek olan Râşidî Hilâfet’in kurulması için hep birlikte çalışmaktır.