Büyük devletler siyaset eder. İçerde egemen olduğu halkını ve dışarda uluslararası durumu yönetir. Uydu devletler ise hariçte, güdümüne girdiği büyük devletin dış politikasını sürdürdüğü gibi içerde yine aynı gücün ilkelerine uygun bir rejimle halkını yönetir. Ancak burada yerel halkın tepkisiyle karşılaşır. Çünkü halk özüne bağlı olduğu oranda başka bir gücün güdümüne giren siyasetçilere karşı doğal bir reaksiyon ortaya koyar. Bu reaksiyonun muhalefet veya diğer bazı siyasi oluşumlar tarafından yönetilmesi hükûmeti ciddi bir sıkıntıya sokar.
İşte uydu devletlerin yöneticileri tam da bu sebepten dolayı iktidarlarını bir süre daha sürdürmek adına algıyı yönetmeye koyulurlar. İcraatlarına yerli kılıflar geçirerek alınan kararların kendilerince verildiğini ispat etmeye çalışırlar. İç ve dış politikalarını kendi inisiyatifleriyle belirlediklerine halkı inandırma çabasına girerler. Süreç içinde öyle acayip ve garip gelişmeler olur ki artık mızrak çuvala sığmaz. Bir de, büyük devletlerin başındaki tiranların kibrinden dışa vuran pervasızca icraatlar ve ipe sapa gelmeyen hakaretler de işin içine girince uydu devletlerin yöneticileri, devleti yönetmeyi bırakıp tüm güçleriyle algıyı yönetmeye koyulurlar. Çünkü öyle icraatlar, öyle gelişmeler baş göstermiştir ki; artık çaldıkları minareye kılıf uyduramama durumuyla karşı karşıyadırlar. Yüzlerindeki makyaj akıp dökülmektedir. Böyle bir durumda kendilerini kurtarmak için bir algı oluşturma uğruna ülkeyi ateşe vermeleri işten bile değildir.
İslâm coğrafyasının rol-model ülkesi Türkiye özeline geldiğimizde iktidarı ve muhalefetiyle baştan sona bir algı yönetimi ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Ne var ki çok profesyonelce yürütülen bir algı yönetimi olduğunu itiraf etmek durumundayız. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş harcında algı yönetimi vardır. Diğer bir ifade ile Türkiye Cumhuriyeti algı yönetimi üzerine kurulan bir devlettir. Zamanla arka plandaki güç ve işbirliği içinde algıyı yöneten eller değişse de Türkiye Cumhuriyeti hâlâ varlığını algı yönetimi üzerinden sürdürmektedir.
Nitekim resmî tarihine baktığımızda Cumhuriyetin, baştan sona çarpıtılmış, yalan yanlış olaylar üzerine kurgulanmış olduğunu görürüz. 1. Dünya Savaşında Osmanlı Hilâfet Devleti, İngilizlerin başını çektiği işgal güçleri tarafından paylaşılmaya kalkışıldığında ümmet tüm gücüyle mukavemet göstermiş, Çanakkale Savaşı ve Kût’ül-Amâre Muharebesi[1] gibi iki destansı zafere imza atmıştır. Evet, tüm Batı yırtıcı hayvanların avına saldırdığı gibi İslâm ümmetine saldırmaktaydı. Ümmetin zor günler yaşadığından kuşku yoktu. İngilizlerin tezgâhladığı algı olmasaydı, ümmet Hilâfet’i ayakta tutarak muhakkak bir çıkış yolu bulacaktı. Bugün Suriye, İslâm ümmetinin o gün karşı karşıya kaldığı algı yönetiminin nispeten küçük bir örneğine karşılık gelmektedir. Bugün Suriye’de ümmet nasıl İslâm için tüm varlığını feda ediyorsa o gün de ümmet tüm varlığını ortaya koymuştu. Hilâfet’in gücü İslâm’ı yürürlükte tuttuğu sürece ümmete bir zarar gelmeyeceğinden emin idiler. Zira bu gerçeği asırlardan beri yaşayarak öğrenmişlerdi. Hilâfet’i küffarın eline bırakmaları veya ondan vazgeçmeleri olası değildi. Bugün Suriye’de bir işbirlikçi aradıkları gibi o gün de Osmanlı subayları arasında bir işbirlikçi aradılar ve buldular. Böylece algı temeli üzerine kurdukları tüm komplolarını buldukları bu işbirlikçi üzerinden yürüttüler. Dünyanın şeytani ve deccalımsı gücü İngilizlerin yazdığı tiyatroyu harfi harfine oynayan figüran, son perdede “kahraman” oluverdi. Ardından Osmanlı Hilâfet Devleti’nin temeline dinamit koyan icraatlar cebren ve hileyle gerçekleştirildi. Hilâfet’in ilgasından tutun da şeriatın kaldırılmasına, harf inkılabına, kıllık-kıyafet, takvim değişimine kadar saymakla bitiremeyeceğimiz haince icraatlar peş peşe yürürlüğe kondu. 1300 yıllık bir ümmetin hafızası silindi, adeta yok edildi. Ne ilginçtir ki tüm bunlar günümüzün demokrat siyasetçilerine miras kalan devasa bir algı yönetimiyle yapılıyordu.
Gerçek şu ki; Hilâfet’in ilgasından sonra yapılan diğer algı operasyonları ölü bir bedenin üzerinde yapılan ameliyat mesabesinde olmuştur. Çünkü ümmete nispetle Hilâfet, baş mesabesindeydi. O baş bir kez kesildi mi diğer operasyonlara gösterilecek tepkiler her hâlükârda sınırlı kalacaktı.
Laik Demokratik Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte yeni bir algı operasyonu ile ümmetin bu habis rejimden kurtulmaya yönelik çabalarının yönü sistem içi mücadeleye çevrildi. İşte habis rejimi kalıcı kılacak en büyük hamle bu idi. Bundan böyle Müslümanlar rejimden değil iktidarlardan kurtulmak üzere mücadele etmeye başladılar. En büyük algı operasyonu kuşkusuz, Hilâfet’in ilga edilmesinin bir İngiliz planı olduğu gerçeğinin gizlenmesidir. İkinci büyük algı operasyonu ise Müslümanların sistem içi demokratik mücadele ile kurtulabileceklerine inandırılmalarıdır.
Mustafa Kemal’in ardından gelen tek parti despotizmi tüm hızıyla sistemi pekiştirmeye koyulurken icat edilen “sağcı” partiler de süregelen algının birer figüranı olarak bu komplonun bir parçası olmayı sürdürdüler. “Tabiat boşluk kabul etmez” mantığıyla sağlı sollu çeşit çeşit partiler sahaya sürüledursun, 2. Dünya Savaşından sonra dünyada birinci güç olan ABD’nin İngilizlerin egemen olduğu uydu devletleri ele geçirme mücadelesi baş gösterdi. Ancak bu mücadele siyasi partiler arası bir mücadele olarak lanse edilmekteydi. Türkiye’de kurucu parti Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), İngilizler adına hareket ederken -birkaç istisna dışında- genellikle “sağcı” diye addedilen partileri bu mücadeleyi ABD adına sürdürdüler. Nitekim Demokrat Parti (DP) Amerika adına hareket ederken Müslümanlar onun, İslâm adına mücadele ettiğine inandırıldılar. Ardından Adalet Partisi (AP) sahne aldı. O da uzun bir sürenin ardından yerini Anavatan Partisine (ANAP) bıraktı. Diğer taraftan dindar kesimi örgütleyen ve bilahare Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP), Saadet Partisi (SP) isimlerle anılan Milli Nizam Partisi (MNP) hareketi de sistem içi mücadeleye inanmıştı. ABD’nin Türkiye’yi ele geçirme mücadelesi üzerinden yarım asır geçmişti ki Milli Nizam geleneğinden gelen Erdoğan, tüm muhalifleri tek bir çatı altında ABD’ye sunmak üzere “Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)”ni kurdu. ABD’nin ülke içindeki fikir ajanlarıyla birlikte sürdürülen çalışmalar neticesinde 2002 genel seçimlerinde AK Parti tek başına iktidara geldi. Böylece ABD, yarım asırdır İngilizci siyasilere karşı sürdürdüğü siyasi mücadeleyi kazanmıştı. İlerleyen süreçte, arta kalan İngilizci generaller ile “FETÖ” hareketinin teşebbüs ettiği darbe üzerinden yapılan tasfiyeler sayesinde “ordu” da hizaya çekildi ve eline Amerikancı siyasetin yönlendirmesine açık hâle geldi. Böylece Türkiye, asker ve sivil yönetimiyle Amerikan baharının hüküm sürdüğü bir ülke oluverdi. Erdoğan’ın öncülüğünde 16 Nisan 2017’de yapılan Referandumla getirilen “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” ile ABD’nin hâkimiyeti zirve noktasına ulaşmış oldu. Ancak tüm bunlar güya “İslâm ve Müslümanlar adına sürdürülen” kıran kırana bir mücadele olarak ambalajlanmaktaydı.
Ne var ki ABD’nin Türkiye üzerinde egemen olması istek ve arzularının son bulduğu anlamına gelmiyordu. Bundan böyle Türkiye’ye bölgede ABD’nin küresel politikalarının taşeronluğunu yapma misyonu verildi. Artık Türkiye ABD’nin fikrî, siyasi, ekonomik ve kültürel politikalarının ileri bir karakolu oluvermişti. Kaldı ki ABD’nin çok yönlü yürüttüğü politikalar bazen bölgesel işbirlikçilerini karşı karşıya getirmektedir. Bugün “Suriye Milli Ordusu” adıyla hareket eden eski Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) milislerinin karşı karşıya gelmeleri buna örnektir. Suriye’nin kuzeyinde Türkiye ve SDG güçlerinin karşı karşıya gelmesi böyledir. Zaman zaman Erdoğan’ın “Ey ABD! Türkiye gibi güçlü bir ülkeyi bırakıp SDG gibi güçlerle mi çalışacaksın!” diye serzenişte bulunması bundandır. Erdoğan’ın Filistin ve “İsrail’e” yönelik politikalarında sürekli bir söylem ve eylem çelişkisi olduğu inkâr edilemez. Defalarca kahramanlık edasıyla ortaya konan söylemin tam aksi istikametinde icraatlar ortaya koymuştur. Onlarcasını sıralayabileceğimiz bu çelişkilerin en belirgin olanı “Mavi Marmara” davasıdır. Tarih, bu çelişkilerin çetelesini kayada geçse de Erdoğan büyük bir ustalıkla algı yönetimini sürdürmektedir. ABD’nin politikaları altında ezilen Türkiye’nin zaman zaman Erdoğan’ın ağzından feryat ve figan etmesi, algı yönetimi sayesinde sanki ABD’ye karşı bir duruş sergiliyormuş gibi sunulmaktadır. Nitekim ABD vatandaşı Rahip Brunson için Erdoğan’ın “Bu can bu bedende, bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi (Rahip Brunson) alamazsınız” diye yağıp gürlemesinin üzerinden uzun zaman geçmeden serbest bırakılması da algı yönetimiyle hafızalardan silinmiştir.[2] Kaldı ki bugün Osman Kavala davasında yargıyı öne sürdüğü gibi dün Rahip Brunson davasında da “Yatıp kalkıp ‘Brunson’ deyip duruyorlar, bizden onu vermemizi istediler. Dedim ki: kusura bakmayın yargı kararını verir. Biz o karara uyarız.”[3] diye aynı şeyi söylemesi Kavala’nın bırakılmasının yakın olduğunu akla getirmektedir. Aynı şekilde Alman vatandaşı Gazeteci Deniz Yücel’in serbest bırakılması, eski Başkan Trump’ın mektup krizi, yeni Başkan Joe Biden’ın Ermeni soykırımını tanıması… her biri bir skandal niteliğinde olmasına rağmen algı yönetimiyle üstleri örtülmüş ve yola devam edilmiştir. Eski yönetimin yeni yönetime devrettiği F- 35 krizi hâlâ devam ededursun bunun için de bir algı çalışması sürdürülmektedir.
Kavala davası ile ilgili on büyükelçinin yaptığı skandal açıklama ve sonrasında meydana gelen gelişmeler algı oluşturma çabasının zirve yaptığı bir duruma karşılık gelmektedir. Aslında büyükelçinin yaptığı skandal açıklamanın ardından yapılacak şey, elçilerin “istenmeyen adam” ilan edilmesidir. Uluorta, “Burası Türkiye! Burada kalkıp da Dışişleri Bakanlığı’na gelip talimat verme gibi bir yola giremezsiniz. Gerekli talimatı Dışişleri Bakanımıza verdim.” denilmesi, türbinlere oymamaktır. Aynı zamanda perde arkasında bir pazarlığın yapıldığının göstergesidir. Kim bilir neyin karşılığında elçilere “Viyana Sözleşmesi’nin 41. Maddesine uyacağız.” dedirtilerek ABD müttefiki Erdoğan’a bir pay çıkarılmıştır. Medyada, “Erdoğan geri adım attı” diye yazılıp çizilmesine karşılık Erdoğan’ın Azerbaycan dönüşü yaptığı açıklamada kurduğu şu cümle, nasıl bir ruh hâli içinde olduğunu göstermektedir: “Ben nasıl geri adım attım? Ben taarruzdayım. Benim kitabımda geri adım atmak yok.”[4] Hele bir de Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun “Bunun nasıl geliştiğini öğrendik; genç diplomatlar... Güya ‘insan hakları savunucuları’ diye bir genç diplomatlar grubu varmış.” vs. açıklamaları, tam dramatik bir olguyu teşkil etmektedir.
Kaldı ki Erdoğan’ın ABD dönüşü Cuma namazı sonrası[5] yaptığı “Biden’la görüşmeler beklenen noktada değil. Daha önceden hiçbir ABD lideri ile bu durumu yaşamadık. İki NATO ülkesi olarak daha farklı konumda olmamız gerekir… Şu ana kadar ABD’li liderlerle böyle bir durum yaşamadık. Terör örgütleriyle ilgili mücadelede ABD, terör örgütlerine beklenenin çok üstünde destek veriyor.”[6] şeklindeki serzenişi bir çok şeyi anlatmaktadır. Bunca uşaklığa rağmen 31.10.2021’de Roma’da Biden’la görüşebilmelerine şükretmeleri ve “ortak mekanizma” hikâyesi, yeni algı operasyonlarına ihtiyaç duyulacağının habercisidir.
Gerçek şu ki; bu kadar eylem ve söylem çelişkisi içinde olan bir partinin bunca seçim kazanıp 20 yıl iktidarda kalması ancak ve ancak algı yönetimiyle açıklanabilir. Temeli algı üzerine kurulmuş bir devletin siyasi partilerinin algılarla iktidarlarını sürmesinde bir gariplik yoktur. Esas gariplik, bu kadar süre boyunca aldanmayı kendine yediren ve hâlâ gerçeği haykırmayan âlimlerdedir.
[اِنَّ الَّذٖينَ يُحَٓادُّونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُٓ اُو۬لٰٓئِكَ فِي الْاَذَلّٖينَ] “Allah’ın ve Rasulü’nün sınırlarına uymayanlar ve karşı gelenler yok mu, işte onlar mutlaka rezil ve zelil düşecek aşağılık kimselerdir.”[7]
Bizim nezdimizde en büyük mutluluk, algının iktidarına son verecek Hilâfet güneşinin doğuşunu müjdelemektir. Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın!
[1] Yaşar Ertaş, Hacer Kılıçaslan; Kût'ül-Amâre 1916 Olaylar, Hatıralar, Raporlar
[2] http://dehabertr.blogspot.com/
[4] https://www.haberturk.com/
[5] 24.09.2021
[6] https://www.gazeteduvar.com.tr/
[7] Mücadele Suresi 20