Son günlerde Akdeniz üzerinde yaşanan gelişmelere baktığımızda; bölgeyi satranç tahtasına çevirip üzerinde oyun kuran devletlerin, yaptıkları hamlelerle birbirlerine üstünlük sağlama girişiminde olduklarına şahitlik ediyoruz. Tabii burada, oyunu kuran devletlerin Akdeniz’e sınırı olan devletler olmadığını, onların sadece oyun kuran devletlerin piyonları olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kıyıdaş olmadığı hâlde binlerce mil öteden gelen Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Akdeniz’de “oyun kurucu” veya “oyun bozucu” pozisyonda olup kıyıdaş devletleri çıkarları doğrultusunda kullandıkları herkesin malumu.
Özellikle doksanlı yıllardan sonra Akdeniz’de güçlü hidrokarbon rezervlerinin varlığına yönelik emareler, buralara sömürgeci devletlerin ilgisini bir kat daha arttırdı. Bugün hâlâ net bir rezerv tahmini yapılamazsa da trilyonlarca metreküp doğalgaz ve petrolün olduğuna yönelik ciddi araştırmalar mevcut. Elbette bizlerin Akdeniz’e bakışı, ekonomik, politik kaygılarla sınırlı değil. Bu kaygıların çok daha üzerinde olduğunu belirtmekte fayda var.
Hatırlanacağı üzere 1924’te Hilâfet’in kaldırılmasıyla Müslümanların bir bütün olan toprakları üzerinde onlarca kifayetsiz devlet kurulup param parça bir coğrafya elimizde kaldı. Aynı durum Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz üzerinde de gerçekleşti ve bütünlükten uzaklaşıldı. Jeostratejik ve jeopolitik açıdan oldukça önemli konumda olan bu denizleri adeta göl hâline getiren ecdat, okyanuslar üzerinde planlar kurup oyunlar bozabiliyordu. Maalesef belirttiğimiz üzere kara parçaları üzerindeki bütünlüğü bozan güçler, her devleti kendi içinde veya çevresiyle uğraştıracak problemleri de var etmeyi ihmal etmediler. Bu durum aynı şekilde denizler üzerinde de devam etmekte. Öyle ki yaklaşık bir asırdır, Türkiye-Yunanistan, Türkiye-Rum Kesimi, Kuzey Kıbrıs-Güney Kıbrıs, Türkiye-Suriye son zamanlarda ise Yahudi varlığı-Lübnan arasında MEB (Münhasır Ekonomik Bölgeler), karasuların sınırı, adaların silahlandırılması, enerji nakil hatları, seyrüsefer gibi birçok konuda problemler yaşanmakta.
Özellikle son günlerde Türkiye-Yunanistan arasında Akdeniz üzerinde yaşanan gerginlik, gerek karasular üzerindeki hak talebi, gerekse de MEB üzerinde yaşanmakta. Türkiye’nin, Libya ile 27 Kasım 2019’da imzaladığı Deniz Yetki Antlaşmasıyla birlikte geçtiğimiz hafta Yunanistan da Mısır ile benzer anlaşma yaptı ki bu durum, Türkiye-Yunanistan MEB’inin mutlak olarak birbiriyle çakışması anlamına geliyor. Tabii bugün ortaya çıkan tablonun senaryosu hatırlanacağı üzere dün Lozan’da yazılmıştı.
Lozan Antlaşmasıyla Yunanistan’a yüzlerce km uzaklıkta Türkiye’nin ise burnunun dibindeki onlarca ada adeta hibe edilmişti. Bugünkü aklı evveller, hâlâ bu antlaşmayı zafer, imzalayanları da kahraman görmeye devam etsinler! Yunanistan’ın, bölgedeki 16 adayı silahlandırıp adalar üzerinden neredeyse Türkiye kara sınırına kadar hak talep etmesine rağmen bugüne kadar layık olduğu cevap verilememiştir. Yine İngiliz, Amerika projesiyle Müslümanların kalbine yerleştirilen Yahudi varlığı da Akdeniz’de hak sahibi olduğunu iddia edip doğalgaz çıkarmakta. Müslümanların toprakları üzerinden nakil ve taşıma gerçekleştirip pazarlamakta. Bunlarla yetinmeyen bu varlık, Akdeniz’de korsanlık yapmaktan da geri durmamakta. Bu varlığın bu bölgede durması dahi Müslümanların başındaki yöneticiler için utançtır, zillettir. Fakat onlar, zilleti izzete tercih ettikleri için bırakın bu varlıktan rahatsız olmayı, onunla her türlü ticareti, ilişki geliştirmeyi başarı olarak görürler.
Ecdadın, ideolojisi İslâm olduğu için karalarda olduğu kadar denizlerde de hâkimiyetin önemini İslâm tarihinin daha ilk dönemlerinden kavradıklarına şahitlik ediyoruz. Nitekim Kıbrıs’ın, 649 yılında Hz. Osman’ın Hilâfeti döneminde fethedilmesi… Sonraki dönemlerde Endülüs’ün fethi, denizlere verilen önemin göstergesidir.
XVI. Yüzyılda ise dünyanın en güçlü donanmalarından birine sahip olan Osmanlı Hilâfet Devleti, İzlanda’dan Endonezya’ya kadar denizler üzerinde oldukça güçlü bir etki oluşturdu. Öyle ki 1538’de Osmanlı Hilâfet Devleti’yle Haçlılar arasında yapılan Preveze Deniz Savaşı Müslümanların zaferiyle neticelenmiş, kısa bir süre sonra ise Kuzey Afrika’nın fethiyle Akdeniz’in tamamı Müslümanların kontrolüne girip adeta bir göl hüviyetine bürünmüştür. Bugün, onlarca devletin, ecnebinin üzerinde hak talep ettiği, oyunlar kurduğu Akdeniz, dün sadece Müslümanların karasuyuydu. Bu durumun sadece Akdeniz için geçerli olmadığını diğer denizler için de geçerli olduğunu belirtmiştik.
Devlet; İslâm ideolojisine dayanırsa denizleri göl, okyanusları hâkimiyet alanı, kıtaları ise sınır etme kudretine sahip olur. Bugün denizlerde yaşanan gerilimlerden, ekonomik çatışmalardan, stratejik hatalardan, ezik siyasetten sadece İslâm’ın yönetimini tatbik etmekle uzaklaşılabilir. Akdeniz’de küstah Yunanistan’a, korsan ve terörist Yahudi varlığına, Amerika’nın hegemonyasına, şımarık Fransa’ya, fırsatçı İngiltere’ye, besleme Rumlara ve de Rus ayısına ancak ve ancak Râşidî Hilâfet ile hak edecekleri cevap verilebilir. Böylece gerek stratejik, gerek ekonomik, gerekse de askerî anlamda Müslümanların güvenliği ve maslahatları garanti altına alınmış, bölgenin statüsü de aslına rücu ettirilmiş olur.
Yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı çağrı gibi sorunun kaynağı olan Batılı devletler ve onların taşeronu olan BM vb. örgütlerden çözüm beklenmesi basiretsizliktir.
Ya Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın hükmünü uygulayarak izzetli ve onurlu bir mücadele ile kâfirlere hak ettiği cevabı verir -hem dünya hem de ahiret nimetlerine kavuşursunuz- ya da onların yönetim ve düzenlerini uygulamaya devam edip dünyada zillete, ahirette de rezilliğe razı olursunuz.