“Geçen sene bugün ne oldu?” sorusunu kime sorsanız herkesten aşağı yukarı aynı cevabı alırsınız: Ya “darbe girişimi” ya da “hain kalkışma” derler. Resmi tarih bu kalkışmayı “Fethullahçı Terör Örgütü”nün (FETÖ) yaptığını kayıtlara geçti. Cumhurbaşkanı Erdoğan o gecenin ilk dakikalarında facetime üzerinden halka sokaklara ve havalimanlarına çıkmalarını telkin ettiği andan itibaren halk bu darbe girişiminin bastırılabilecek bir girişim olduğunu düşünmeye başladı. Eş zamanlı olarak üst rütbeli generallerden emir-komuta dışında olduğu söylemleri de eklenince halk iyice cesaretlendi. Üstelik camilerde selâ okunması ve İslâmi duygularda yükselme başlayınca artık psikolojik olarak darbenin püskürtüleceği kesinleşmiş, fiilî karşı koyma safhasına geçilmiş, nitekim karşı koyulmuştu. Bu darbe girişimini fiyaskoya uğratan en önemli güç hiç şüphesiz ki Müslüman Türkiye halkının dininden ve imanından kaynaklanan güçten başkası değildir. Resmî tarih ne yazarsa yazsın bu tespitin aksini asla kayıtlara geçemez. Bir yıldır bu darbe girişimini gerçekleştiren çılgınların “FETÖ”ye mensup olduğu konusunda hiç şüpheye mahal bırakılmadı. Farklı kişiler veya gruplarca planlandığı tezine asla yer verilmedi, bu konu kalıcı olarak tartışmaya kapatıldı. Maalesef ki ülkemizde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından çıkan herhangi bir açıklamaya muhalefet edebilecek, onun tezlerine antitezler üretebilecek yazar, çizer kalmadı. Böyle durumlarda muhalefet edenlerin en basit ithamla “FETÖcü” yaftası vurularak derdest edilmesi gerçekleşti ve halkın bu endişe ile ayrışması gerçekleşmiş oldu. 15 Temmuz’un bilançosunu açıklayan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, “****Şu ana kadar, 168 bin 801 kişi hakkında adli işlem yapıldı*. 615 kişi gözaltında, 8 bin 69 kişi hakkında yakalama kararı var, yani firardalar, kaçaklar. 50 bin 504 tutuklu var, 48 bin 371 adli kontrol altında serbest bırakılmış* *kişi var ve bunlardan ayrıca 8 bin 551 kişi de tutuklandıktan sonra adli kontrolle serbest bırakılmış, 433 kişi de adli kontrol olmaksızın serbest bırakılmış.”*** ifadesini kullandı.
Geçen senenin Ağustos ayından beri süregelen OHAL bir takım adaletsizlikleri beraberinde getirdi. Doğu Perinçek’in cezaevinden çıktığında söylediği “Bütün cemaatlerin kökünü kazıyacağız” söylemi bu süreçten sonra “Türkiye’de hukuk sistemi altın devrini yaşıyor” söylemiyle vücut buldu. Peşinden ivedi bir şekilde birçok İslâmî cemaat ve STK gözaltı ve tutuklama süreçleriyle yıpratıldı, sindirilmeye çalışıldı. Hükümet, Doğu Perinçek zihniyetiyle hangi anlaşmalara imza attı bilinmez ama ulusalcıların hukuki üstünlüklerini yeniden kazandığı ve bu üstünlüğü dilediğince kullandığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Daha darbe girişiminin ertesi günü bu kalkışmayı kimin planladığı, “FETÖ”nün bu planın neresinde olduğu, hangi sebeplerle yapıldığı konularında fikrimizi ve tavrımızı ortaya koymuştuk. Temcit pilavı misali önünüze koymayı düşünmüyorum fakat resmî tarihin yaz(a)mayacağı bazı hususlar vardır. Belki çorbada tuzumuz olur niyetiyle onları paylaşmak isterim.
1- OHAL ilan edildiği günden bugüne sadece “FETÖ”cüler tutuklanmadı. Mesela “FETÖ” ile 17-25 Aralık öncesinde de metot ve fikir açısından taban tabana zıt ve kronik hasım olan Hizb-ut Tahrir’in 3 Mart’ta yapmayı planladığı ve her türlü izni aldığı Hilâfet Konferansı iptal edildi. Tertip komitesinde yer aldığı için Osman Yıldız ve Mahmut Kar 7 günlük gözaltı süresi, sonuna kadar kullanılarak alıkonuldu. Bu durumu basın açıklamasıyla kamuoyuna anlatmak isteyen 103 kişilik grup da gözaltına alındı ve haklarında dava dosyası açıldı. “FETÖ”nün geçmişte Hizb-ut Tahrir için reva gördüğü zulmün, son olarak iftar sofrasından alınarak 15 yıla mahkûm edilen Yılmaz Çelik ile kaldığı yerden devam ettiğini gösterdi.
2- Gözaltı süreçleri diğer İslâmî gruplar için de devam etti. İLKAV, Furkan Vakfı, Hüda-Par gibi “FETÖ” ile yıldızı hiçbir zaman barışmamış yapılar da basit denebilecek bir takım sebeplerden ötürü tehdit ve yaptırımlara maruz kaldı.
3- Hem bürokrasi içerisinde hem de sivil hayatta “FETÖ” ile ilişkisi olmayan yüzlerce kişi ya görevlerinden uzaklaştırıldı ya da tutuklandı. Bu konuyu Başbakan Yıldırım “Sapla samanı birbirinden ayırmalıyız.” itirafıyla dile getirdi.
4- “FETÖ”nün kurumlara yerleşmesi ve yayılması ile ilgili başrol oynayan siyasi figürlere beka endişesi ile hiçbir müdahalede bulunulmadı. Hatta vekillerin dokunulmazlığının yasal düzenleme ile kaldırılmasına rağmen Fetullah Gülen ile yediği içtiği ayrı gitmeyen politikacılara dokunulmadı, isimleri dahi zikredilmedi.
5- Darbeyi Araştırma Komisyonu darbenin gerçek faillerini bulmak yerine bütün İslâmî cemaatleri hedef tahtasına oturtarak suçlu ilan etti. Yetmedi, CB Erdoğan “tekkeye mürit aramıyoruz” diyerek İslâmcılarla arasına derin setler çekti. Üstelik dünkü Cuma hutbesinde 15 Temmuz’u anan Diyanet İşleri, “****İslâm’ı sadece asli kaynaklarından -Kur’an ve Sünnet’ten- öğ**renin***”* tavsiyesi ile niyet bildirisi yaptı. Bu da yetmedi; Türkiye halkının İslâmî kitlelere olan güveninin sarsıldığı ile ilgili anketler yapıldı. Sonuçlar oldukça manidardı; “din kisvesi altında faaliyet gösteren yapılar” eskisi gibi taraftar bulamayacaktı. Peki, bundan sonra herhangi bir darbe girişiminde salâ okunduğunda meydanlara acaba kimi indirecekler?
6- OHAL süreciyle neredeyse bütün bürokratik kurumlarda kan tazelemek zorunda kalan AKP hükümeti elindeki yetersiz kadrolardan dolayı bir kısmında ehil olmayanları diğer kısımlarda -ki oldukça fazla- Ulusalcı, Kemalist güruhtan yerleştirme yapmak zorunda kaldı. Bu aynı zamanda darbenin asıl planlayıcıları olan İngiliz uzantıları ile bazı konularda mutabakat yapma zorunluluğunu da beraberinde getirdi.
7- Darbeyi püskürten Müslüman Türkiye halkının tekbirleri, şehadet söylemleri hâlâ kulaklarımızı çınlatırken bir yıldır bıkmadan usanmadan her fiilin önüne “demokrasi” kavramını sıkıştıranlar “duygu yoğunluğunu” azaltmadan toplumu kontrol etmek istiyorlar. Ta ki yeni fikirler oluşmasın, üzerinde düşünülmesin, suç, suçlu, mağdur, mazlum, zalim anlaşılmasın, geçen seneden kalan duygusal atmosferler bozulmasın, vs.
8- Yıldönümünde demokrasi nöbetlerini yeniden canlandırmaya dönük bir takım faaliyetlere girişen yetkililer bu şekilde şehitlere bedel ödemek istiyorlar. MAK araştırma kuruluşunun yayınladığı raporda halkın yarısından çoğunun “Hilâfet” istemesine rağmen zoraki “demokrasiyi sunmak” bedel ödemekten çok kemikleri sızlatmaktan başka bir şey değildir.
9- Hilâfet’e payitahtlık yapmış bu beldenin kahraman evlatları ırk ve mezhep gözetmeksizin Batı medeniyetinin belini büken bir meydan okumaya imza attı. Bizdeki direniş gücünü dost-düşman herkes gördü. Bu ümmet; isterse rejimleri yerle yeksan edebileceğini yakın zamanda gördü. Mısır, Tunus, Libya ve Suriye cesaretleri biledi. Son olarak Türkiye 15 Temmuz’da aynı iradeyi gösterdi. Bu gücü yöneticilerin de görmesi ve bu ümmete güçlü bir liderlik göstermesinin zamanı geldi.
10- Son olarak darbeyi planlayanların gerçek kimliği düşünüldüğünde; Batı ile ilişkilerin artık kesin bir şekilde sınırlandırılması ve Batılı ülkelere karşı temkinli olunması gerekmektedir. Onlardan gelecek maslahat, ümmet arasına nifak sokulmasına neden olacak ve ümmetteki direniş gücünü kıracaksa reddedilmeli ve Batı’dan uzak durulmalıdır.
Hülasa Çanakkale’yi 100 yıl önce geçemeyen sömürgeciler şu an beldelerimizde cirit atıyorlarsa, İstanbul’u işgal edemeyen Yunanlılar fikriyatıyla toplumu nasıl işgal ettilerse geçen sene darbe yapmak isteyen cuntacıların da akidemize, fikirlerimize ve geleceğimize darbe vurmasına izin vermeyin. Eğer böyle giderse bu darbeyle hedeflediklerine yakın zamanda ulaşacaklar. Yol yakınken bu yanlışlardan dönmeli ve mutabakat yapılacaksa bu sadece ümmet ile ve ümmet için yapılmalıdır.
15 Temmuz’dan sonra bir şeyler değişecekse o günün kahramanları olan Müslüman halkın lehine değişmeli, halka rağmen ve halkın aleyhine değil…