İçeriğini genel olarak infaz düzenlemelerinin oluşturduğu 40 maddelik 10. Yargı Paketi ile birlikte, hükümetin yargıya yönelik iyileştirme ve yenileme çalışmalarına bir yenisi daha eklenmiştir. Şu anki hâliyle bu yargı paketinin içeriği; denetimli serbestlik süresinin genişletilmesi, adlî para cezası ve hapis dönüşümünde değişiklik ile ceza infaz rejiminde esneklik gibi başlıklardan oluşmaktadır. Henüz netleşmemiş olmakla birlikte, pakete dâhil edilip edilmeyeceği kamuoyunda yoğun şekilde tartışılan ve birçok mahkûmun serbest bırakılmasına vesile olacak “Covid-19 Salgını Düzenlemesi” kapsamının genişletilmesi konusu da bu yargı paketini gündemde tutan önemli unsurlardan biridir.
Özellikle AK Parti döneminde; başta 2010 yılında yapılan ve askerî yargının sonlandırılması ile yargı kurumları üzerinde köklü değişiklikleri içeren “Anayasa Değişikliği” olmak üzere, bugüne kadar yargı alanında sayısız yasal düzenleme yapılmıştır. Bu kadar çok değişiklik ve düzenlemenin yapıldığı bir yargı sisteminde, doğal olarak akla ilk gelen soru; bunlara neyin ya da hangi olumsuzlukların sebep olduğudur. Bu sorunun fiilî uygulamalardaki eksikliklerle ilgili cevabını, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu yılın başında yapılan “Yargı Reformu Stratejisi Tanıtım Toplantısı”nda kullandığı ifadelerin mefhumu muhalifinden anlayabiliriz. Bu konuşma perspektifinde, onca iyileştirmeye rağmen hâlâ düzeltilmesi gereken hususlar şu şekildedir:
"Vatandaşlarımızın hukuki güvenliğini daha da kuvvetlendirmeyi, yargılamaların zamanında ve makul sürede tamamlanmasını, çözüm merkezli ve öngörülebilir bir adalet sistemi oluşturmayı, yargılama usullerini sadeleştirerek verimliliği arttırmayı, yargıya ilişkin güven ve memnuniyeti daha da yükseltmeyi, onarıcı ve telafi edici adalet uygulamalarını yaygınlaştırmayı, ceza adaleti sisteminin etkinlik ve caydırıcılığını tahkim etmeyi ve adalet hizmetleriyle adli bilimlerde dijital dönüşümü hızlandırmayı hedefliyoruz."
Burada ortaya çıkan tali sonuçlardan ziyade, bu fasit yargının temeline eğilmek ve sorunların gerçek kaynağına değinmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu çerçevede birinci sorun: Türkiye gibi, tatbik edilen rejimin kendi halkının akîdesiyle taban tabana zıt olduğu ülkelerde; yargının, rejimi kendi halkına karşı korumak için bir silah olarak kullanılmasıdır. Nitekim Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, laik-demokratik rejime karşı duranlara ve hatta bunun imasında bulunanlara karşı dahi sistem tarafından yargı eliyle çok ağır bedeller ödetilmiştir. O dönem, küfür akidesinden hayat bulan bir sistemin bu topluma dayatılması ve “inkılaplar” adı altında toplumun sahip olduğu İslâmî değerlerin yok edilme projesi, bugün bile namı devam eden İstiklal Mahkemeleri’nin nezaretinde bir yargı zorbalığı vasıtasıyla uygulanmaya çalışılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti yargısının 100 yıllık serüveni içerisinde ikinci büyük sorun ise; bir uydu devlet olması hasebiyle, toprakları üzerinde nüfuz mücadelesi yapan küresel güçlere (ABD ve İngiltere) hizmet etme yarışına giren işbirlikçi uzantıların, birbirlerini etkisiz hâle getirmek ve hatta yok etmek için yargıyı bir araç olarak kullanmalarıdır. Buna, “fiilî” ya da “post-modern” olarak ifade edilen darbeler ve akabinde ortaya çıkan yargı fecaatleri örnek olarak verilebilir.
Her ne şekilde kullanılmış olursa olsun, sonuçta yargı denilen bu devlet mekanizmasının belli odaklar tarafından farklı amaçlar doğrultusunda kullanılmasının bedelini yine bu toplum ödemiştir. Yargı; kişilerin birbirleriyle, toplumla ve devletle aralarında oluşan anlaşmazlıkların çözüldüğü bir mercidir. Tepeden tırnağa bir zulüm mekanizması olan bugünkü laik-demokratik sistemde yargı, hiçbir zaman bu maksatla kullanılmamıştır. Bir küfür sistemi olması sebebiyle, bu sistemin kurumları üzerinden hayata geçirilen bütün icraatların toplumda oluşturduğu sıkıntı, huzursuzluk ve tatminsizlik daimîdir. Ancak yargı üzerinden vuku bulan zulümler can yakmakta, toplum üzerinde kapanması zor ve derin izler bırakmaktadır.
Aslında 100 yıllık bir serüvenin sonunda bugün gelinen nokta itibarıyla yargı; devletin çeşitli vesilelerle kendi tebaasına karşı kullandığı bir baskı, sindirme ve yok etme silahından, devletin kendi bekasını tehdit eden bir mekanizmaya dönüşmüştür. Çünkü toplumun yargıya güveni yoktur ve insanlar maruz kaldıkları bir sorunun adaletle çözüleceğine inanmamaktadırlar. Sadece yargılama süreleri bile yargı meselesinin hangi noktaya geldiğinin açık göstergesidir. Her gün binlerce insan hakkını aramak için “Adalet Sarayı” denilen, hacmi büyük ama adalet anlamında etkisi çok küçük yapılarda aylarını ve hatta yıllarını geçirmektedir. Günün sonunda ortaya çıkan yargı kararları ise ne davalıyı, ne de davacıyı tatmin etmektedir. Bugün toplum güvenliğini tehdit eden adlî (cinayet, gasp, hırsızlık, cinsel saldırı, narkotik suçlar vb.) vakaların faillerinin en az birkaç ve bazen onlarca suç kaydının bulunması, yargının içine düştüğü çıkmazın büyüklüğünü gösteren bir başka göstergedir.
Adalet Bakanlığı’nın Ceza İnfaz Kurumu istatistiklerine göre, Nisan 2025 itibarıyla Türkiye'de cezaevlerinde 403 bini aşkın tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır. Türkiye genelindeki 395 ceza infaz kurumunun toplam kapasitesi ise 300 bine yakındır. Dışarıda onlarca suç kaydıyla dolaşan binlerce faile, on binlerce firariye, azaltılan infaz süreleri ve denetimli serbestlik kapsamının genişletilmesiyle tahliye edilen yine on binlerce mahkûma rağmen, şu anda cezaevlerinin kapasitesi en az 100 bin kişi aşılmış durumdadır. İşte yargının geldiği noktayı gösteren bir başka gerçek de budur.
Aslında amaç; artık yama dahi tutmayan bu yargı sistemi üzerinden adalet sağlamaktan ziyade, toplumda adalete ilişkin güven ortamı oluşturmak için “reform” adı altında düzenlemeler yapmak ve paket üstüne paket çıkararak yargı üzerindeki negatif havayı dağıtmayı sağlamaktır. Çünkü hem hükümetin devamlılığı hem de devletin bekası buna bağlıdır.
Gerçek adalet ise; Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın nizamının, İslâm Hilâfet Devleti bünyesinde bir halife vasıtasıyla tatbiki ve bu tatbikin esasını oluşturan O’nun emir ve nehiylerine boyun bükülmesidir:
[لَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَأَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْمِيزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِ] “Biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları için beraberlerinde de kitabı ve adâlet terazisini indirdik.” [Hadîd Suresi 25]