Sendrom kelimesi hayatımıza girdiğinden beri çeşitli sendrom halleri ve türleri görülmeye, tanımlanmaya ve kitleleri etkisi altına almaya başladı. En kısa tabirle belirti ve sıkıntı anlamına gelen sendrom, literatürde birbirleriyle ilişkisiz gibi görünen, ancak bir araya geldiklerinde tek bir olgu olarak kendilerini gösteren bulguların bütünü olarak tanımlanmakta. Psikolojide oldukça geniş etki alanına sahip bu kavram, Müslüman kimliklerde de kendisine yer ediniyor.
Hayatın belirli dönemlerinde insanların çeşitli sendromlara girdiğini, bunun yaşamın bir parçası olduğunu düşünüyoruz. Kısır döngü içerisinde bir sendromdan diğerine geçiyoruz.
Bilindik türlerinin yanı sıra öğrendiğimizde şaşırdığımız ve anlamlandıramadığımız çeşitleri de var. Kudüs Sendromu da bunlardan bir tanesi.
İlk kez 1930’lü yıllarda Psikiyatrist Heinz Herman tarafından tanımlanan bu hastalık, UNESCO tarafından dünya mirası listesine eklenmiş (!) olan kutsal şehir Kudüs’e özgü bir sendrom. “İsrailli” psikiyatristlerde “uzun araştırmalar” sonucunda bu sendromu resmi olarak kabul etmişlerdir! Daha çok bu kenti ziyaret edenlerde görünen, şehirde kaldıkları süre içerisinde ortaya çıkan, dini halüsinasyonlar, aşırı temizlenme gereksinimi ve takıntılar bütünü olarak tarif edilebilir. Şehri ziyaret öncesinde herhangi bir rahatsızlığı olmayan herhangi bir travma ve dini eğilimi olmayan kişilerde görünen bu duygu durumu, şehrin terk edilmesinden sonra kaybolup gitmekte. İlginç olan ise her dinden ya da inançtan insana isabet edebilen bu sendrom Müslümanlar üzerinde etkili değil.
Sendromun vaat edilmiş topraklarda olması, bu beldenin yıllarca çeşitli zulümlere, katliamlara ev sahipliği yapmış olması ve kıyı şeridinde (Gazze) halen devam eden soykırımlar, bizleri konuyla ilgili işgale zemin hazırlama çabalarına dair şüpheye düşürmüyor değil!
Kapitalist ideoloji işgalini yalnızca askeri değil, kültürel anlamda da devam ettiriyor. Asıl kazanım diyebilecekleri her şeyi bu işgal türüyle kazanmışlardır. Bilimin ve teknolojinin lokomotifi olarak gördüğümüz Batı’nın ortaya attığı her argüman bizler için araştırılmaya gerek olmadan kabule hazır doktrinler olmuştur. ABD ve Avrupa ise her zaman “İsrail’i” desteklemiş ve onun bölgede Müslümanlar için bir tehdit unsuru olduğu gerçeğinden hareketle askeri lojistik ve politik olarak tüm gereksinimlerini karşılamıştır.
Siyonistlerin İsra ve Miraç topraklarını gasp etmek ve bu gaspı dünya kamuoyunda meşrulaştırmak adına türlü entrikalarından biri de Kudüs Sendromu. Kültürel işgalle zihinlerde Aksa topraklarının yalnızca Müslümanlara ait olmadığı, her üç semavi dinde de bu toprakların kutsal sayıldığı algısıyla Müslümanlara ait olan topraklardan fikren onları vazgeçirmek ve necis Yahudilere buradan hak kazandırma politikası olarak görülebilir.
Köklü Değişim dergisi 167. Sayısında, Dr. Abdurrahim Şen “Üç Semavi Dinin Kutsalı Safsatası” isimli makalesinde konuya gerekli açıklamaları getirmiştir.
Dünya mirası olarak sayılan Kudüs kıyamete değin İslam’a ve Müslümanlara ait olacak topraklardır. Kudüs alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (sav) Miraç'a çıktığı ve Ümmeti için türlü hediyelerle döndüğü yalnız Müslümanlar için kutsal olan bir beldedir. Kuran-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde geçtiği üzere üç kutsal mescitten birini barındıran Mescidi Aksa’nın ve çevresinin kutsallaştırıldığı mekândır.
Bu kutsiyeti zihinlerde bozma adına ortaya atılan her tez, her sendrom, her reel politik ya da iddia Müslümanlar için asılsız ve hedefi belli olan bir kurgudur.
Etrafı mübarek kılınmış bu özel topraklar bugün askeri olarak işgal, zulüm ve katliam altındadır. Kültürel olarak ise bizlerin o topraklardan vazgeçmesini sağlama adına Yahudi varlığı meşrulaştırılmaya ve bu meşrutiyete çeşitli kılıflar uydurulmaya çalışılmaktadır.
Yüzbinlerce şehidin kanıyla sulanmış olan bu topraklar hiçbir zaman kâfirlerin olamayacak kadar temiz ve önemlidir. İşgalci siyonistleri, efendileri olan ABD ve Avrupa’yı o topraklardan temizleyecek olan ise Aksa Topraklarını yalnızca Ümmete ait gören, onların algı ve asılsız iddialarına ehemmiyet vermeyen, hesabını Allah Azze ve Celle’ye vereceğinin farkında olan yöneticiler ve müjdelenen en doğru yönetim biçimi olan Raşidi Hilafettir.