DİKKAT, TEHLİKE!
19 Şubat 2025

DİKKAT, TEHLİKE!

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan Halkbank’ın bu yıl dördüncüsünü düzenlediği “Üreten Kadınlar Yarışması” ödül törenine katıldı. Emine Erdoğan törende: "Dünyanın problem alanları, kadınların getireceği yeni çözümleri bekliyor." dedi ve devam etti: "Yeni bir gelecek yazılıyor ve ülkeler, insanlığın ortak geleceğini tasarlamak için yarışıyorlar. Bu yarışta, kadınların, ekonomik kalkınmada önemli aktörler olduğu ülkeler, ipi göğüslüyorlar. Türkiye, kadınların her dönemde, sosyal ve kamusal alanda varlık gösterdiği, çok özel bir tarihe sahiptir. Türk kadınının girişimci ruhunun kökleri, 13. yüzyıla kadar uzanır. Anadolu'da kadınlar, teşkilatlanmış, sosyal ve ekonomik hayata katılmış, 'dünya kadın tarihinin' parlayan yıldızları olmuşlardır." diye konuştu. Erdoğan konuşmasında 2025 yılının “Aile Yılı” olarak ilan edildiğini vurguladı ve “Kadınların bazen, iş ve aile sorumluluklarına yetişmek için çırpındıklarını görüyoruz. Bu durum, kadınlarda strese, kendine güvensizliğe, hiçbir şeye yetememe duygusuna, mutsuzluğa ve depresyona neden oluyor.” İfadelerine yer verdi.

Aile; korunması gereken bir kalkandır çünkü bugün toplumun ifsadında büyük rol oynamıştır. Aile içerisinde kadın ve erkeğin görev ve sorumlulukları vardır fakat kadının üzerine çok fazla yük yüklenmiştir. Bahsettiğim yükler evde yemek yapmak ve çocuk bakmak değildir. Bu hem erkeğin hem de kadının yapabildiği şeylerdir ve arada sevgi olduğu sürece hiçbir kadın ve erkeğe zor gelmeyecektir. Vurgulamak istediğim nokta şu ki kadına çalışmanın güzelliği, kariyer yapmanın onu özgürleştirdiği, kendi ayakları üstünde durmak kavramı sırtına bir taş gibi yüklendiği için bu yükün altında elbette mutsuz ve özgüvensiz kadınlar ortaya çıkmıştır.

Geçmiş dönemlere baktığımızda kadınlar güçlü ve mutlu şekilde kendine güvenerek bir hayat sürüyordu. Öyle ki Kurtuluş Savaşı’nda cepheden cepheye koşuyorlar, ellerinden gelen her şeyi -cephane taşımak, su taşımak, yaralıları iyileştirmek, erkeğe cesaret vermek için şiirler okumak gibi-yapıyorlar ve kimse de onları hor görmüyordu. O güçlü kadınlar hem çocuk yetiştiriyor -ki bu iş dünyanın en kıymetli ve ciddi işidir- hem yemek yapıyor hem de cepheye cephane taşıyordu. Daha da eskiye bakacak olursak Uhud Savaşı’na Müslümanların ordusunda Hz. Peygamber ile beraber on dört kadının katıldığı bilinmektedir. Katılanlar arasında Ümmü Umare de bulunuyordu. Ümmü Umâre, Resûlullah’ın ve etrafındaki bazı sahabilerinin mücadele ettiğini görünce hemen yanlarına koştu. Eline geçirdiği kılıç ve okla canı pahasına Allah Resûlü’ne siper oldu. O gün Hz. Peygamber ne tarafa dönse Ümmü Umâre’yi korkusuzca çarpışırken görüyordu. Ümmü Umâre on iki yerinden yaralanmıştı ama umursamıyordu. Kocası ve oğulları da müşriklerle çarpışıyordu. Peygamberimiz (sav) onun ve ailesinin cennette kendisine komşu olmaları için dua etti. Rasulullah (sav), Uhud savaşını aktarırken “O gün nereye baksam Ümmü Umâre’nin beni korumak için savaştığını görüyordum” buyurarak onun cesaretine vurgu yapmıştır. Görüldüğü üzere İslam hiçbir zaman kadını hor görmemiş ve her zaman ve her koşulda baş tacı yapmıştır. Gerek kurtuluş savaşındaki kadınlarımızın gerekse Hz. Peygamber Efendimiz zamanındaki savaşlardaki sahabe kadınlarımızın verdiği güçlü mücadeleler günümüz kadınlarına özgürleşmek adı altında köleleşmek olarak geçmiştir. Dahası kadını koruma adı altında da türlü anlaşmalar yaparak kadına en büyük zararı bu kapitalist sistem vermiştir.

25 Kasım 1999 yılında kadına yönelik şiddete karşı ”toplumda farkındalık oluşturmak?” amacıyla Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu kararı ile “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ilan edilmesi adı altında, Müslüman halkların aile ve toplumsal yapısının dinamitlendiği yeni dalga küresel ifsat hamlesidir. Kuşkusuz bu günün küresel çapta adından söz ettiren bir gün olmasında, BM’ye taraf ülkeler nezdinde mali teşvikler yoluyla “hükümetlerden bağımsız” yerel ve uluslararası kuruluşlar kamuoyu edilmesinden kaynaklanıyor. “Kadına Yönelik Şiddeti Önleme” adı altında bu dış destekli ancak “hükümetlerden bağımsız” kuruluşlar ve faaliyetleri mercek altına alınması gerekir. Sözde kadınların korunması gibi masumane bir şekilde pazarlanan çalışmaların arka planında aslında ne gibi gizli ajandalar olduğu ortaya çıkarılması gerekir. Daha ilk bakışta kadın hareketlerinin kadını koruma konusunda ne denli samimiyetsiz oldukları anlaşılabilir. Nitekim, Afganistan ve Irak işgali, Esed rejiminin Suriye’de gerçekleştirdiği katliamlarda, halihazırda devam eden Doğu Türkistan’daki zulüm ve işkenceler ile Gazze’de katledilen kadınların bu kuruluşlar nazarında hiçbir zaman hiçbir kıymeti olmadı. Hükümetlere baskı kurma iddiasındaki bu kuruluşlar, katledilen çeşitli işkence ve tecavüze maruz kalan kadınlar adına hangi yönetime hangi baskıyı kurdular? Sözde küresel barışı koruma iddiasındaki BM kararı ile ilan edilen 25 Kasım etkinliklerinde sözünü ettiğim kadınların katledilmesiyle ilgili tek bir cümle duyan var mıydı?

25 Kasım etkinliklerini organize eden kuruluşların asıl niyetlerini anlamak için küresel çaptaki kadın hareketinin nasıl bir işleyişle yürütüldüğüne odaklandığımızda görülecektir ki; bu kuruluşların asıl derdinin kadına şiddetin önlenmesi değil, aileyi dolayısıyla toplumları bilhassa halkı Müslüman olan ülkelerin toplumlarını ifsat etmek, toplumsal çözülmeyi hızlandırmak olduğu anlaşılacaktır.

Aynı zamanda Birleşmiş Milletler'e bağlı birçok organ ve kuruluş, “kadın sorunlarıyla” ilgilenmekte ve feminizm ile eşcinsellik kültürünün yayılmasına katkıda bulunmaktadır. Bu alandaki uluslararası konferansların ve anlaşmaların hazırlanmasına da dâhil olmaktadırlar. Birleşmiş Milletler, çoğu konferansta feminist meseleleri, cinsiyet kavramını ve toplumsal cinsiyeti tartışmaya özen göstermiştir.

Türkiye, özellikle İslam beldelerindeki halklara bir örnek teşkil etmesi için 24 Kasım 2011 yılında aileyi ve ahlakı hedef alan “İstanbul Sözleşmesi”ni imzalayan ilk ülke oldu. Sözleşme İstanbul’da imzaya açıldığı için bu adı alırken, tepkiler üzerine sözleşme yine imzalayan AK Parti hükümeti tarafından feshedilse de uyum yasalarıyla uygulanmaya devam ediyor. 6284 gibi öne çıkan yasayla binlerce aile dağıtılmış, cinayetler çoğalmış, eşcinsellik daha görünür hale gelmiş ve genç yaşta evlenenler de cezaevlerine gönderilmişti.

Meselenin bir diğer boyutu da, Kapitalizmin bozuk “Kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar sınırsız” fikri çerçevesinde nüfusu seyreltmek için doğum kontrolü, kadınların eşlerine karşı isyan fikri ve eşcinsellik propagandasının yapılmasıdır. Aynı bozuk kıtlık teorisi kadının istihdam edilerek “üretimden pay alma” adı altında istihdam piyasasının ucuzlaması hedeflenmiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 6. Uluslararası Kadın ve Adalet zirvesinde şu açıklamada bulunmuştu; “Amacımız 2028 yılı sonuna kadar kadınların işgücüne katılım oranını yüzde 40'ın istihdam oranını da %36’nın üzerine çıkarmak.” İlk görünüşte bu sözde bir anormallik yok değil mi? Ancak meselenin derinliğine inildiğinde, asgari ücret ve kadın istihdamının birbirini besleyen meseleler olduğu net görülecektir. Uygulanan kapitalist siyaset nedeniyle yaydıkları fakirliğin boyutu, yoksulluk sınırı ile asgari ücret arasında sadece 27 TL olması, başta kadınlar olmak üzere ihtiyaçlarını karşılayabilmek için neredeyse ailenin tüm fertlerinin çalışmak zorunda kalması, çalışma hayatına katılmak zorunda kalanların sayısının artmasıyla da istihdam piyasasının ucuzlaması ve ücret seviyelerinin düşük kalmasını beslemesi dolayısıyla fakirliğin “kader” halini alması. Sadece bu da değil, çalışmak zorunda olan anneler nedeniyle çocukların anne şefkatinden mahrum bir şekilde kreşlerde büyümesi, şefkat yoksunu olarak yetişmeleri sonucu haberlerde sıradan hale gelmiş cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık ve daha nice suça karışmış nesiller yetişecek olması. Tüm bunlar kadın üzerinden halka sunulurken çözümün yine kadınlar tarafından geleceğini söyleyerek arka planın üstü kapatılıyor. Artık tehlikenin farkında mısınız?

“Onlara ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!’ denildiğinde ‘Biz ancak ıslah ediciyiz’ derler.” [Bakara 11]