Hepimiz, depremin ardından bir anda yerle bir olan şehirlere, moloz yığınlarına, canlarından ve mallarından olan insanların mağduriyeti noktasına yoğunlaştık. Kapitalist bakış açısıyla sıkı denetimden yoksun dikilen yüksek katlı binalar, tam fay hattının üzerine tedbirsiz bir biçimde kurulan yoğun nüfuslu şehirler ve deprem öncesi görmezden gelinen tüm ihmaller neticesinde bu binalar depremle yerle bir oldu.
Oysa dünyada, sıkı inşaat kurallarına dayalı olarak 8 şiddetindeki bir sarsıntıya dayanıklı binalar yapılıp depreme karşı gereken önlemler alınabiliyor.
Türkiye’de inşaat sektörünün bağlı olduğu devlet politikası, güvenlikten yoksun kaçak yapılaşmaya ve inşaat sektörünün işleyişinin tamamen menfaat odaklı bir zihniyete dayalı olmasına zemin hazırlamıştır. Devletin bağlı olduğu bozuk kapitalist, menfaatçi bakış, yerini Allah korkusuna ve İslam’ın hükümlerine bırakmadığı sürece asla insanların maslahatına bir yapılanma söz konusu olmayacaktır. Çünkü bu bakış; hakkı görmekten uzak, parayla satın alınmış insanlar üretir. Menfaati için insanların canına ve malına kast etmekten çekinmeyen katiller meydana getirir.
Dolayısıyla sorun bir bütün olarak laik kapitalist zihniyetin kendisidir. Bu yüzden meselenin yalnızca imar çalışmaları ile çözüme kavuşacağını düşünmek çok tehlikelidir. Yapılanma konusunu, Mayıs ayında yapılması planlanan demokratik seçimlere bir hazırlık ve halkın güvenini geri kazanma çırpınışları olarak görmek gerekir.
Zira devletin deprem konusunda aklını, gücünü, yetkisini gereği gibi kullanmadığı aşikardır… Neticede Rabbimiz, yerkabuğunun doğal olarak depremlerle işliyor olmasını takdir etmiştir. Himalaya’nın sıradağlarının oluşması gibi, tabakalara bölünmüş olan kıtalar çarpışır ve depremlerle yeryüzü kıvrımlı şekiller alır. Türkiye’de de şiddetli depremlerin meydana gelmesi, büyük ölçekli jeolojik bir olgudur. Bu hakikat gün gibi ortadayken devlet hiçbir önlem almadı ve göz göre göre bu konuyu savsakladı!
Maalesef siyasi şuursuzluk deprem sonrasında da devam etti. İngiltere, Yunanistan, Macaristan, hatta Rusya ve israil gibi kan dökücü devletler, afet bölgesini, bitmek bilmeyen kirli diplomatik çekişmelerinin arenası haline getirdiler. “Yumuşak güç” kullanarak alttan alta Türkiye’ye adeta, kendilerine aşırı ihtiyaç duyduğu, kendilerine bağımlı olduğu göndermesinde bulundular. Dünyada, sözde insani yardımlar bu sömürgeci siyasileri her zaman yakından ilgilendirmiştir. Çünkü onlar için bu yardım, prestij kazanma meselesidir.
Yoksa amaçları samimi bir yardım seferberliği olsaydı, Suriye halkının da yardımına koşmaları gerekirdi. Çünkü onlar da depremzedeydi. Aksine, Suriye’ye bağışlanacak olan tüm yardımların önü kesildi.
Aslında buradaki çelişki bizlere, siyasi bileşeni okumamızda çok şey anlatır; örneğin hangi ülkeye yardım yapıldığı, hangi ülkeden yardım alındığı, hangi ülkeye yardımın reddedildiği…
Netice de Müslümanlar olarak bizler tam 102 yıldır, canlarımızla ve mallarımızla çok büyük bedeller ödüyoruz. Bu ne ilk ne de son olacaktır. Bunun da nedeni kesinlikle jeolojik değil, siyasidir.
İslam Devletinin yeniden kurulmasını ölüm kalım meselesi olarak değerlendirmedikçe ne canlarımız ne mallarımız ne de neslimiz tehlikeden kurtulmayacaktır.
Rabbimiz! Bu anlamda tahammülümüzün sınırlarındayız artık… Ölen bütün kardeşlerimizi bağışla ve katına şehit olarak al. Telef olan mallarımızı Senin yolunda sadaka olarak kabul et. Nihayetinde bizler, deprem gibi vusule gelen hakikatlerle kâinatın düzenine bakarak, Senin varlığını, birliğini, sanatını görürüz. Kudretinin büyüklüğünü hissederiz.
Şüphesiz ki bizler her musibet için şöyle deriz: “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.”