Aşura deyince aklımıza Muharrem Ayı'nda yapılan çeşitli bakliyatların bir araya getirilmesiyle oluşan, yiyenlerin ağzını tatlandıran bir tatlı gelir.
Peki, gerçekten Aşura sadece ağzımızı tatlandıran bir tatlı mıdır?
Hayır! Aşura bir tatlıdan ibaret olamayacak kadar maneviyatı yüksek, akıllarımıza ve yüreklerimize işlenmiş koca bir tarihin hüzün ve kurtuluşudur. Bir nevi bütün ümmetlerin ortak değer günüdür. Belki de bayramıdır.
Aşura; Muharrem Ayı'nın onuncu gününe denir. Hayır ve hasenatların yapıldığı Hz. Peygamber (sav)'in o günün orucuna hassasiyet gösterdiği ehli kitaba benzememek adına Aşura orucunu Muharrem'in 9'u ya da 11'ile birleştirilmesini söylediği, Allah Subhaneu ve Teala'nın peygamberlerini zorlu imtihanlarda bırakmayıp zafere ulaştırdığı gün olarak bilinir.
Peygamber (sav) buyurdu ki; "Âşura Gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önce bir senenin günahlarına kefaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum." [Tirmizi]
Keza, Aşura'nın kalbimizi hüzünlendiren en önemli vakıası Kerbela’dır.
Kerbela; cennet gençlerinin efendisi, Peygamberin gözbebeği, Hz. Ali (ra) ve Hz. Fatıma (ranha)'nın nazlı çiçeği Hz. Hüseyin ve yetmiş küsur insanın susuz bırakılarak şehit düştüğü, tarifi olmayan acının adıdır.
Kerbela; Hicretin 61. yılında dudakların ve yüreklerin susuz kaldığı, merhametten yoksun olanlara “Ben Peygamber torunu değil miyim?” diye seslenen Hz. Hüseyin (ra)’ın kanın aktığı, hüznün, belanın, tasanın adıdır.
Biz Aşura'yı, Kerbela’yı ve Hz. Hüseyin (ra)’ı hakkıyla anlasaydık Müslümanlar bugün bu halde olmazdı. Kerbela'nın susuz kalmaktan öte kurumuş yüreklere yağmur misali hak olanın ekilmesi olduğunu anlasaydık İslam coğrafyası feryat, figan ve zulüm içinde olmazdı. Ehl-i Beyt’in yüklendiği davanın hassasiyetini hissetseydik hak olan davada hakka yürümek için şehadet şerbetini yudumlamak için bir saniye bile haktan geri durmazdık.
Velhasıl yanlış bildiklerimizi doğrultmanın adıdır Aşura. Eğer ki Aşura dediğimizde aklımıza sadece tatlı geliyorsa vallahi bu bizim ayıbımızdır. Vallahi bu Ehl-i Beyt’e ve davasına sadakatsizliktir.
Zira Ehl-i Beyt’in davası Nübüvvet Metodunun harfiyen uygulanmasını sağlamaktı. Hz. Hüseyin (ra)’ın yaptığı; İslam ile yönetmeyi vaat ederek hakimiyetini Ümmete zorla dayatan, yönetimi gayrimeşru şekilde ele geçirmek isteyene yaptığının yanlışlığını açıkça söylemekti. Zira Ümmetin üzerine yönetici olmak Ümmetin beyat etmesi şartına bağlıdır. İşte Hz. Hüseyin (ra) böylesi siyasi bir zulüm karşısında tavrını ortaya koymuş ve dik durmuştur.
Oysa bugün İslam beldelerinin başındaki yöneticiler; Müslümanların oylarını, İslam ile yönetme vaadiyle bile almıyorlar. Açıkça laikliğe, demokrasiye, millet ve vatan diyerek milliyetçiliğe, cumhuriyete hizmet yeminleri yaparak toplanıyor. Bir yandan da kazdıkları bu dünya ve ateş çukurunun etrafını çarpıttıkları Kur’an ayetleriyle ve Rasulullah (sav)’in sözlerinden işlerine gelenleriyle süslüyorlar. Oysa Kerbela’dan ve Aşura gününden alınması gereken ders buydu.
Peygamberin Nübüvvetini her daim yaşatmak, İslam’ı korumak ve tatbik etmek için Allah yolunda şehadete yürümekti... İslam’ı yeniden tatbik etmek ve mülkünde sözü beşerden alıp Allah Azze ve Celle’ye vermek... Üzerimize sindirilmeye çalışılan kapitalizm, laiklik ve fasit ifsat edici projelerin karşısında durmak ve gerçeği yeniden ikame etmek için tevhid için Ehl-i Beyt’in duruşunu sergilemek farzların tacıdır. Oysa zaman içinde gelişmiş örf ve geleneklerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur.
İşte Aşura konuşulacaksa verilen mücadelenin, akan kanların ancak Allah'ın dinini yüceltmek ve Peygamberin Nübüvvetini her daim yaşatmak için olduğu konuşulmalıdır.
مَّا فَرَّطْنَا فِى ٱلْكِتَٰبِ مِن شَىْءٍ ۚ “Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” [En’âm 38]
ٱلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim.” [Mâide 3]