Bir meseleyi, kendisini meydana getiren esasi unsurlarından kopartarak değerlendirmek, doğru olmadığı gibi doğru sonuçlara da götürmez. Bir süredir, çocukları zorla ya da ikna etmek sureti ile dağa çıkarılan annelerin, Diyarbakır HDP il binası önündeki oturma eylemi gündemdedir. Elbette bu eylem, gündem olmayı ve olumlu sonuçlar elde etmeyi hak eden bir eylemdir. Çünkü ortada, öyle ya da böyle annelerinden koparılmış ve ölüm veya uzun süreli hapis cezası ile karşı karşıya kalan evlatlar söz konusudur.
Ancak, ne hikmettir ki bu toplumda meydana gelen nice zulümler ve bu zulümlere karşı gösterilen tepkiler gündeme düşmez. Çünkü devlete veya hükümete yönelik hiçbir eylem meşru görülmediği için medya tarafından da gündem edilmez. Söz konusu bu eylemin, devletin baş düşmanı örgüte karşı yapılıyor olması, birçok bakan ve bürokratın eylemcileri ziyaret etmesi, eylemin gündem olmasına vesile olmuştur. Bu durum, meselenin görünen kısmının bir boyutudur.
Bir evladı annesinden kopararak ölüme veya cezaevine göndermenin, bu dünyada yaşanabilecek en acı olaylardan biri olduğunu herkes takdir eder elbette. Bu acıların yaşanmasında devletin payını görmezden gelmek ve bütün suçu örgüte yüklemek, tarihî arka planını gözden kaçırmak gerçekçi olmadığı gibi vicdana da sığmaz. Çünkü bu eylem, cumhuriyet ile ortaya çıkan “Kürt meselesi”nden bağımsız değil, tam aksine ondan bir parçadır. Bu meselenin tarihî sürecini burada tekrar etmeye gerek görmüyorum. Sadece şunu hatırlatmak istiyorum ki bu örgütün oluşmasında ve büyümesinde bizzat cumhuriyetin Kürtlere yönelik ırkçı yaklaşımı ve uygulamaları etkin olmuştur. Son yıllarda, devletin Kürtlere yönelik siyasetinde yumuşama olmasına rağmen, devletin temel siyasetinin değiştiğini söylemek zordur.
Söz konusu, “anneler” olunca devletin değişmeyen bakışı ile ilgili aklıma Erdoğan’ın bir söylemi geldi. Yaklaşık iki yıl önce, Beştepe'de düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı Kadın Danışma Konseyi Genç Kadınlar… Töreni'nde konuşan Erdoğan, kadınlara evlenmelerini ve çok çocuk doğurmalarını tavsiye ettikten sonra şöyle bir cümle kullanmıştı*. “Türkiye'deki terör örgütü bu konuda çok hassas, en az 10, 15 çocukları var.”* Bu cümleyi sarf eden bir insanın meseleye bakışı nasıl olabilir? Bugüne kadar, terör örgütü elemanlarının dağda, mağarada veya kandilde her birinin 10, 15 tane çocuk doğurduğuna dair herhangi bir bilgi veya haber duyuldu mu? Hayır! Aslında burada, Kürt annelerini birer terör örgütü üyesi olarak gören, devletin esaslarından biri olan milliyetçiliğin bilinçaltından yüzeye çıkmasından başka bir şey değildir.
Yine Kürtlere yönelik faşist bir yaklaşım daha iki gün önce zuhur etti. Ortaöğretim 9’ncu sınıf Tarih ders kitabındaki “Kürtler Araplardan sonra Müslümanlığı kabul eden ilk topluluk oldu” ifadesine MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman, kitaptaki bölümü “Eğitimin milliliği açısından sakıncalı” bulmuş ve şöyle demiş; “Kürtlerin Türklerden önce burada olması hasebiyle bu coğrafyanın asıl sahiplerinin Kürtler olduğu algısı oluşturulmaya çalışılmaktadır.” Bu yaklaşım karşısında insan, “bu duruma güler misin ağlar mısın?” demeden edemiyor. Çünkü böylesi bir itiraz, İslam’a olan sevgilerinden değil bilakis zihniyetlerini körelten ırkçılıktan kaynaklanmaktadır.
Konuya tekrar dönmek gerekirse, yüreği yaralı bu annelerin yanına gidip destek veren devlet erkânı, neden kendini sorgulamaz? Dağa giden binlerce gencin hepsinin zorla götürülmediğini herhâlde herkes biliyordur. Kendilerine “neden?” diye bir soru sormaları gerekmez mi? Ve sebepleri ortadan kaldırması gerekmez mi? Aynı şekilde söz konusu örgüte yardım eden emperyalist devletler ile stratejik ortaklık yapmak yerine ilişkisini kesmesi gerekmez mi? Kaldı ki eli silahlı bir örgüt, bu annelerin evlatlarını kaçırmış veya kandırmışsa, devletin yapması gereken gidip bu annelerin evlatlarını getirmek mi yoksa eylemcilerin yanında, merdivenlerde poz mu vermektir?
Mağduriyetin taraftar kazandırdığını herkesten daha çok bu siyasetçiler bilir. Çünkü her seçim öncesi kendini en çok mağdur gösteren kazanmaktadır. Dört taraftan düşmanlar tarafından kuşatılmışlık düşüncesi, egemenliğin elden gideceği, haç-hilal savaşı denilerek halkın dinî ve “milli” duyguları ile iktidara geldikten sonra elleri her gün haçlıların avuçlarında maalesef. Kaldı ki bu haçlılar, söz konusu örgüte tonlarca silah yardımı yapmakta ve İslam coğrafyasında her gün yüzlerce Müslüman katletmektedir.
Örgüt üzerindeki emperyalist devletlerin etkisi bilinmesine rağmen ve örgütün Kürtlerin temsilcisi olmadığı halde, 2009 yılında yine beyaz başörtülü Kürt ve Türk anneleri buluşturarak, duygusal bir zemin üzerinde başlatılan ve adına en son “çözüm süreci” denilen süreçte, örgütü muhatap ve Kürtlerin temsilcisi olarak kabul eden devlet değil miydi? Yine o süreçte devlet, örgütün şehirlere silah depoladığını ve dağa çıkmaların yoğunlaştığını da bilmiyor muydu? Peki, sonuç ne oldu? Yıkılan kentler, kaybolan canlar… Yani her zamanki gibi acılar halkın payına düştü, ateş de anaların yüreğine…
Dolayısı ile şu gerçeğin görülmesi gerekmektedir: Kürt halkına yaşatılan mağduriyetler böylesi bir örgütü meydana getirmiştir. Bir örgüt, yaşatılan zulümler akabinde var olmuşsa, varlığını sürdürebilmesi için zulümlerin devam etmesi ihtiyaç duymaktadır. Dolayısı ile devletin Kürt halkına yönelik mağduriyetleri gidermesi gerekirken halen yanlış politikalar ile örgütün ekmeğine yağ sürmektedir. Bir yandan TRT 6 gibi TV kanalını açarken diğer taraftan mahkeme kayıtlarına Kürtçe, “bilinmeyen bir dil” diye geçirilmektedir. Aslında söz konusu Kürtçe yayın yapan TV kanalının da Türkçe bilmeyen Kürt anne ve babaların “başka Kürtçe yayın yapan TV kanallarını izlemesinler” için alternatif olarak konulduğunu da bilmeyen yok hani.
Diğer taraftan, daha bir hafta önce Diyarbakır Kulp ilçesinde odun kesmeye giden yedi Kürt evladını katletmesi, örgütün, nasıl bir atmosfer oluşturma gayretinde olduğunu göstermektedir. Kürt halkının gerçek anlamda maslahatını benimsemeyen, tam tersine Kürt halkının sahip olduğu bütün İslâmi değerleri yok eden örgüt, kendisini “Kürtlerin hamisi” olarak görmekte ve Kürt halkı için her türlü kararı alma hakkını kendisinde zannetmektedir. Anaların bu eylemi ile ilgili olarak, çocuklarını isteyen ailelere hakaretlerle tepki gösteren KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, “Özgürlük yoksa özgürlük mücadelesine de katılmayacaksa o zaman niye çocuk doğuruyorsunuz?” açıklamasında bulundu. Bu açıklaması ile Karasu adeta, “bizim safımızda ölmek için çocuk doğurmalısınız” demektedir.
Şimdi bu zulüm çarkında bu anaların suçu ve günahı nedir? Bu kirli savaşta daha kaç tane annenin yüreği yanacak?
Her iki taraf, yani devlet ve örgüt, milliyetçi duygulardan arınmadıkça, emperyalist devletler ile ilişkilerini kesmedikçe, kardeşlik ve merhamet duygularını yok eden laiklik ve materyalist fikirlerinden vazgeçmedikçe annelerin yüreğine ateş düşmeye devam edecek maalesef. Bu cümlemi karamsarlık olarak değerlendirmeyin. Bu bir realitedir. Çünkü bu kirli savaş, bu hususlar ile başladı. Bitmesi de ancak bu unsurların kalkması ile mümkündür.