Yüzyılın İhanet Antlaşması ve "İsrail" Sorunu!
01 Temmuz 2019

Yüzyılın İhanet Antlaşması ve "İsrail" Sorunu!

Dünya kamuoyuna Washington Post gazetesinin duyurduğu ve ABD’nin mimarı olduğu ‘Yüzyılın Antlaşması’ planı hakkında neler biliyoruz? Bildiklerimiz, resmin tümünü görmemize olanak sağlıyor mu? Bu plan ile söylenildiği gibi sadece Filistin halkına ekonomik anlamda katkı sağlanması mı amaçlanmaktadır? Filistin’in refah düzeyini arttırmak ve insanca bir yaşam sürmesi için ABD’nin göstermiş olduğu bu olağanüstü çaba “İsrail”-ABD ilişkileri açısından anormal bir durum değil mi? Evet, tüm sorular ‘Yüzyılın Antlaşması’ planının içyüzü hakkındaki malumatlarla netlik kazanacaktır.

Bu plan insani bir proje, tamamen Filistinlilerin haklarını savunan ‘masumane’ bir plan olarak gösterilmektedir. Yakın zamanda Erdoğan’la da konu hakkında görüşen Beyaz Saray Başdanışmanı Jared Kushner şöyle diyor: “Yapmaya çalıştığımız şey 2019 yılındaki sorunlara gerçekçi ve adil bir çözüm üretecek ve insanların hayatını iyileştirecek bir plan ortaya çıkarmak.” [Kushner’in Sky News Arabia Televizyonu mülakatından –Şubat 2019]

Bu durumda şu soruları sormak gerek:

•ABD Başkanı Donald Trump’ın ukala bir üslupla, Aralık 2017 de Kudüs’ü “İsrail”in başkenti ilan edip büyükelçilik binasını Tel Aviv’den Kudüs’e taşımamış mıydı?

•Kudüs’ün Başkent yapılmasına karşı oy kullanacak ülkelere mali yardım dâhil her türlü desteği kesmekle tehdit etmemiş miydi?

•“İsrail”in Gazze’ye her saldırısında “meşru müdafaa hakkını kullanıyor” diyerek “İsrail”i desteklemiyor mu?

•“İsrail”e tarafgir tutumundaki bu açık kartlara rağmen, Filistin halkını düşünen bir ABD profili, sizce de çok güdük durmuyor mu?

Tüm bu sorulara “evet” dediğinizi biliyorum.

•Peki, ABD tüm bu açık ve yanlı tutumundan sonra Filistin ve bölge ülkelerine 50 milyar dolar tutarında yatırım yapmayı öngören bu ‘ekonomi paket’ ile ne amaçlanmaktadır?

Şimdi planın görünün yüzü, yani ekonomik ayrıntılarına değinelim...

Ekonomik paketin mimarı ABD iken, kaynağı ise Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar olacakmış. Buna göre 28 milyar doları Batı Şeria ve Gazze olmak üzere, 9 milyar dolar Mısır, 7,5 milyar dolar Ürdün ve 6 milyar dolar ise Lübnan’a harcanmak üzere toplamda 50 milyar dolarlık bir yatırım fonundan bahsediliyor. Ekonomik paket, 179 kalkınma projesinden oluşuyor. Bu projelerden biri Batı Şeria ve Gazze arasında bir ulaşım koridorunun oluşturulması. Zira iki şehri birbirine bağlayan bir kara ulaşımı yok. Öte yandan, Gazze ile Mısır arasında ticaret ve altyapıyı güçlendireceği söylenen projeler var. Mısır’dan Gazze’ye bir elektrik hattının döşenmesi de hedefler arasında yer alıyor. Bu projeyle yoksulluğun azalacağı, işsizliğin minimize edileceği ve Filistin’de gayrisafi millî hasılanın 10 yıl içinde iki katına çıkarılacağından da söz ediliyor.

Her ne kadar bu plana “Yüzyılın Antlaşması” adı verilse de esasında siyasi sonuçları itibariyle katkıdan ziyade, Filistin’i ihanetle sonuçlanacak bir dizi entrikanın içine katacak gibi görünüyor. Öyle ki ekonomik kılıfa büründürülmüş bu vakıa, siyasi manipülasyonlara açık, siyasi figürleri daha da baskı altına alacak ve belde halkını daha fazla “İsrail” varlığının zulmüne, baskısına ve katliamlarına maruz bıraktıracak bir hukuki zemin oluşturacağı ifade edilebilir.

Öte yandan, kutsal beldemiz Kudüs ve Mescid-i Aksa davasına, “İsrail” varlığı kurulduğu günden bu yana ihanet eden körfez ülkelerinin başındaki hain yöneticiler, gündemini ABD’nin belirlediği bu projede de hemen yanı başında saf tutmaları da yadırganacak bir durum değildir. Hal böyle olunca Filistin halkı adına söz söyleyen Mahmut Abbas ve Hamas ekibi zımnen de olsa, süreçle birlikte komşu ülkelerin baskısıyla projeye adapte edilmeye zorlanacak ve Filistin davasına Şer’i pencereden bakan hareketler ve global siyasi partiler marjinal ve ötekileştirilen bir pozisyona getirilecektir.

Her ne kadar Filistin adına Mahmut Abbas ‘hiçbir koşulda antlaşmayı kabul etmeyeceğim’ diyerek Kudüs’ün başkent ilan edilmesinin rövanşını almış gözükse de, Hamas adına Siyasi Büro Üyesi Mezruk ‘Kudüs Filistin’in başkentidir. ABD’nin sunduğu ‘Yüzyılın Antlaşması’nı reddediyoruz’ diyerek kendince tabanını teskin etmeye çalışsa da, bu cılız sesler, Bahreyn’de 25 Haziran 2019’da gerçekleştirilen ‘Refah İçin Barış’ temalı Çalıştay öncesi konunun tartışıldığı ve müzakere sürecine gelindiği bir kulvara taşımaktan öte bir sonucu doğurmamıştır.

Öte yandan Rus Dışişleri Bakanı Lavrov ‘ABD’nin ortaya attığı Yüzyılın antlaşması bugüne kadar yapılmış her şeyi yok eder, BM Genel Kurulu’nun parametrelerine göre çözümden yanayız’ diyerek, BM den yana tavır takınıyor görünse de, bu tutum ABD karşısında bir pozisyon alıyor olmanın ötesinde değerlendirilemez. Bahreynli Bakan da daha önce ‘İran ile mücadele, Filistin davasından daha önemlidir’ [Bahreyn Dışişleri Bakanı, 15 Şubat 2019, Varşova] diyerek aslında bölge ülkelerinin açıkça ABD ile işbirliğine hazır olduğunu yüksek sesle dile getirmişti. Maalesef sonuç itibariyle çok ta farklı bir tabloyu da göremeyeceğiz gibi...

Yüzyılın İhanet Antlaşması da denebilecek bu projenin asıl hedefine yani siyasi sonuçlarına Bölge ülkeleri ve Filistin açısından değinelim.

Bölge ülkeleri açısından;

1. Körfez ülkeleri hariç diğer birçok Afrika ülkesi ve İran’la ilişkileri itibariyle Lübnan gibi karmaşık ülkeler konunun Avrupa konseyi tarafından ele alınmasını ve Filistin meselesini sürekli kâfirlere havale edilmesi gerektiği yönünde tavır takınmaktadırlar. İslâm Birliği ve Afrika Ligi gibi oluşumların ise sadece sözde oluşumlar olduğu ve sömürgeci kâfirlere hizmet etmenin ve yerelde onların projelerini uygulayan şirket içi komisyon misyonuyla faaliyette bulundukları açığa çıkmaktadır. Filistin meselesinde de görüldüğü gibi Trump’un damadına bu vazifeyi yüklediği andan itibaren Filistin’i çevreleyen ülke yöneticilerinin, adeta Amerika’ya hizmette yarıştıkları görülmektedir.

2. Körfez ülkeleri ve İran, enerji satışından milyon dolarlarca para kazanmaktadır. Bunun için ‘Burun’ adı verilen stratejik coğrafik noktalar, ‘Kanal’ adı verilen deniz bağlantıları ve ‘Körfez’ adı verilen kontrollü geçiş noktalarına sahip olmak hayati öneme sahiptir. Enerjinin ticari bir meta olarak satışı da bu stratejik noktalardan geçişi veya transferi ile sağlanmaktadır. İran, Yemen’deki Aden Körfezine ve Bab-ul Mendep boğazına sahip olmak için Yemen’de Husileri sürekli olarak saldırılara teşvik ederken, Suudi Arabistan da, bölgeyi İran unsurlarından temizlemek için savaş uçaklarıyla saldırılar düzenlemektedir. Ayrıca Kızıldeniz’de bulunan Süveyş kanalına sahip olmak birçok ülke için bir geçiş güzergâhı mesabesindedir. Bunun farkında olan ABD, İran’a yaptırım uygulayarak bir taraftan enerji satışı konusunda sınırlandırırken, bölge ülkelerinin elini rahatlatmaktadır. Bunun karşılığında da “İsrail” meselesinde onları kendisine bağlı hale getirmektedir. ‘Yüzyılın İhaneti Projesi’ne olan muvafakat bir yönüyle bu göbek bağıyla izah edilebilir.

3. ABD çoğunlukla körfez ülkelerini tehditle satın alma yöntemini kullanmaktadır. Mayıs 2017 yılında Suudi Arabistan’ın modernist kralı ile 350 milyar dolarlık silah anlaşması imzalamış ve bölgede Mısır ve Ürdün’ün askerlerinin de yer aldığı sözde ‘İslâm Ordusu’ adı altında işlevsiz ve güdük bir Ortadoğu NATO’su kurdurmuştu! ABD, Ortadoğu’yu şekillendirme hamlelerini de İran’la kurduğu gerçek düşman-gizli dost konseptiyle karşılıklı restleşme havasıyla başarmıştır. Hürmüz boğazına göstermelik savaş gemileri göndererek tehdit algısını güçlendirmiştir. Ancak son dönemde ABD’nin yaşadığı ekonomik kriz, gerek İran ve gerekse Türkiye ekonomisini felce uğratma pahasına yaptırım ve ambargo politikalarına evrilmiştir. Kayıtsız itaate şartlanmış yöneticiler ise ülkelerinin ekonomisinin dibe vurması pahasına da olsa itaatten elini çekmemişlerdir. Hal böyle olunca İran karşıtı koalisyon ABD’ye bağlılık yemini edercesine her plan ve politikada şartsız muvafakat etmişlerdir. Yüzyılın ihanet projesinde de görüldüğü gibi, Mısır, Ürdün, Fas, BEA, Suudi Arabistan ve emir bekleyen asker gibi komut düzenine geçmişlerdir.

Filistin vakıası açısından;

1. Tarihi arka planı aslında bu projenin yapılış ve hazırlanış amacını da gün yüzüne çıkarmaktadır. Bilindiği üzere 1917 yılında imzalanan Balfour deklarasyonu ile Filistin’in topraklarında “İsrail” devletini vücuda getirecek karara imza atılmıştı. Bu imzanın üzerinde tam bir asır geçti. Bu yeni antlaşma ise; “İsrail”in bir devlet olarak pozisyonunu güçlendirecek, daha fazla yerleşim yerlerini işgale zemin hazırlayacak, Filistin meselesini daha da içinden çıkılmaz bir hale koyacak ve siyasi olarak vizyonel tüm sahih yerel bakışları, sömürgecilere hizmet aşkıyla çalışan yerel uşak yöneticilerin tekeline bırakacak bir dizi sonucu olacaktır. Mahmut Abbas ve FKÖ gibi yapılar tek muhatap kabul edilerek, diğer guruplara yönelik tutum ve saldırılar daha da artacaktır. Her ne kadar FKÖ ve devlet başkanı sıfatıyla konuşan Mahmut Abbas ‘biz bu anlaşmanın varlığına karşıyız’ şeklinde cılız sesler çıkarsalar da çevre ülkelerin, devletlerarası kamuoyu baskısıyla sözüm ona Filistin halkının huzuru ve refahı için ‘evet’ diyeceklerdir.

2. Bu anlaşma, ekonomik olmaktan çok siyasi sonuçları bariz olarak gözetilen sinsi bir Amerika planıdır. Bu plana göre; “İsrail”, işgal ettiği bölgelerde varlığını korumaya devam edeceği gibi yaklaşık 6 milyon mülteci Filistinlinin, bu anlaşma imzalandıktan sonra hukuken Filistinli sayılmayacağı, ‘ötekileştirici’ bir politik dışlama planıdır. Bu plan sayesinde daha fazla toprak işgale hazır hale getirilerek ve Filistin ‘Yeni Filistin’ adıyla Kudüs Belediyesi’nin bir mahallesi statüsüne getirilecektir. Kudüs Belediyesi de vergiler dâhil tüm idari işlerinde “İsrail”e bağlı hale getirilecek.

3. Filistin, ordusu (sadece hafif silahlı bir polis gücü) ve ekonomisi olmayan “İsrail”e bağlı bir mahalle statüsünde olacağı için, hali hazırda “İsrail”e karşı savaşan cihadi guruplar daha da marjinalleştirilecektir. İşgalci “İsrail”e yapılan saldırı uluslararası kamuoyunun tepkisini çekecek ve “İsrail”in Filistin’e her saldırısı meşru müdafaa hakkı olarak sadece ABD tarafından değil tüm ülkelerce tanınacaktır.

4. Planın en önemli maddelerinden biri de Gazze ve Batı Şeria arasında inşa edilmesi düşünülen bağlantı koridorudur. Bu iki şehir arasında güvenlik koridoru teşkil edilerek tüm egemenlik hakları tek taraflı olarak “İsrail” varlığına teslim edilecek. Aslında benzer durum Kudüs için de geçerli olacak. Zira Doğu Kudüs’te yer alan küçük ölçekte birkaç mahalle dışında tüm Kudüs’ün kontrolü “İsrail”de olacak.

Sonuç olarak;

“İsrail” varlığı, tüm Filistin topraklarından, çevresi mübarek kılınmış Mescid-i Aksa topraklarından tümüyle def edilmeden Müslümanlar rahat bir nefes alamayacaktır. Güçlü siyasi bir irade ve kavi bir ordu ile “İsrail” varlığının yok edilmesi ancak Râşidî Hilâfet Devleti’nin varlığı ile mümkün olabilir.