Hilâfet makamı hiç beklemediği hâlde bir şekilde kendisine tevdi edilmişti. Nasıl mı? Sultan Abdülmecid 1861 yılının 25 Haziran’ında vefat etti. Ondan dört sene sonra 1864’te ise Dördüncü İkbal Gülistu vefat etti. Dolayısıyla altı aylıkken babası, dört yaşında iken annesi ölen Vahdeddin'i Abdülmecid'in kadınefendilerinden Şayeste kadın yetiştirdi. İlk çocukluğu ve gençliği amcası Abdülaziz'in (1861 -1876) döneminde geçti. Kendisiyle daha çok ağabeyi II. Abdülhamid ilgilendi.
Vahideddin, ağabeyi Abdülhamid'in kendisine aldığı Çengelköy'deki köşkünde yaklaşık 40 yıl geçirdi. 1909'da V. Mehmed'in tahta geçmesi, Abdülaziz'in büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi'nin veliaht olması, kendisinden 6 ay büyük kardeşi Şehzade Süleyman'ın da o yıl ölmesinden sonra tahtın ikinci varisi oldu. 1916 yılı Şubat ayında Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi'nin intihar etmesi üzerine resmen Osmanlı tahtının varisi ilan edildi. Hâlbuki o tahtın onuncu varisiydi!
Kendi ifadesiyle çok çetrefilli bir zaman diliminde tahta geçti. Vahdettin bunu şöyle ifade etmektedir:
“Bismillahirrahmanirrahim.
Alevlenişinin başlangıcında devletimizin iştirakine katiyen rıza göstermediğim ve bütün müddeti devamınca elimde bulunan bil cümle vasıtalarla tahribat ve zararını engellemeye çalıştığım 1. Dünya Harbi’nin feci akıbetleri tamamıyla kendini göstermeye başladığı bir zamanda, kardeşimin esef verici vefatı vuku bularak Osmanlı anayasası gereği ehli hal vel akd biati neticesi Hilâfet makamına gelmiştim. O günler göz önüne getirilirse, hükümdarlık makamını kabul ettiğim zaman beni karşılayan müşkülatın derecesi ve azameti takdir olunacaktır.”
Zor bir dönemde ve ağır şartlar altında halife olmuş, fakat İslâm’a ve Müslümanlara ihanet etmemişti. Buna rağmen ihanetle suçlanmış, vatan hainliği yaftası yemişti.
Hâlbuki bütün bu çetrefilli süreci hazırlayan İttihat Terakki ya da Jön Türkler’den başkası değildi. Trajikomik olan vatan hainliği ve İngilizlerle işbirliği ile onu suçlayanlar da onlardı.
Toplantılar yaparak 1908 senesinde ihtilâl ile yönetimi ele geçirenler, Avrupa’da hüsn-ü kabul görenler bunlar değil miydi! İngiliz hayranı olanlar da, ajanı olanlar da bunlar değil miydi?
Nitekim 1908 sonbaharında İngiltere, Gerald Luther’i İstanbul’a yeni elçi tayin ettiğinde Luther’in İstanbul’a gelişi sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından, bir kahraman gibi karşılanması başka nasıl ifade edilebilir(!) siz söyleyin. Öyle ki İttihat ve Terakki’nin adamları bu elçinin arabasının atlarını serbest bırakıp atların yerine geçmişler, arabayı onlar çekmişlerdi.
Bununla birlikte o dönem için elde edilebilecek olan en güçlü ve ulvi makam olan Hilâfet makamına oturmuş birisi için hangi teklif cazip gelebilir; onu ihanete hangi vaatler ikna edebilir! Bu konuda Vahdettin şöyle diyordu:
“Ceddim Osman Gazi’den, Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlı Devleti namıyla Türk saltanatı var idi. Yavuz Sultan Selim’den sonra ise bu saltanat Hilâfet saltanatına dönüşmüştür. Şimdi bana haksız olarak vatan haini diyenler, Hilâfet’i hukuk ve nüfuzdan soyutlayarak bu Saltanat-ı Muhammedi’ye-i yıkmışlar ve yalnız kendi milletlerine değil bütün İslâm âlemine hainlik etmişlerdir. …Bugün devleti ve milleti kurtarmakla övünen ve övülenler, hem devleti kaybettirdikleri gibi, hem de İslâm gücünü kaybettirdiler.”
“Her akıl ve izan sahibinin bilmesi lazım gelir ki, dünyanın en yüce görevi ve makamı olan Hilâfet makamını fiilen ve hukuken elinde bulunduran bir hükümdarı, vatan hainliği gibi çirkin bir suça sevk edecek hiç bir amel ve istek olamaz. Ben makamların en yücesi olan Hilâfet makamını korumak için tahtımdan ve vatanımdan ayrı kalmayı bile göze aldım…”
Görülmektedir ki İngiliz ajanları kendilerini Vahdettin’in arkasına gizlemişlerdir. Bu durum günümüzde de devam etmektedir. Nitekim İngiliz aklı aynıdır. Bugün Hilâfet’i savunanlar ve onun tekrar hayat sahasına dönmesi için mücadele verenler aynı isnatla karşı karşıya kalmaktadırlar.
Vahdettin, İngiliz ajanlarının haksız ve insafsız saldırılarına karşı direnmiş, yurdundan, makamından sürülmek pahasına İslâm şeriatına muhalif, kahredici plana alet olmamıştır. Zira Hilâfet makamının sultadan ayrılması talebini onaylamamıştır. İşte Sultan Vahdettin’in bu taleplere neden direndiğini öğrendiğimiz cümleleri:
“İslâm Uleması bilirler ki Şer-i şerife (temiz Şeriat’a) katiyen uymayan ve yerinde bulunduğum Rasul-ü zişan efendimiz hazretlerinin hukukundan vazgeçmek demek olduğundan, benim salahiyetim dışında ve bu konuda hüküm verme yetkisi şer’an caiz olmayan Hilâfet’in Saltanat’tan ayrılmasını asla kabul edemezdim.”
Bugün Hilâfet’i savunanlar ve onu ihya etmek için canla başla uğraşanlar da mutlak surette Vahdettin’in gerekçesine tam manasıyla sahip çıkmaktadırlar. Hilâfet şer’î bir zorunluluktur, farzların tacıdır. Onsuz İslâm tatbik edilemez, onsuz Müslümanlar dünyada günyüzü göremez, ahrette de ateşten kurtulamazlar.
Hilâfet isteyenler hâlen İngilizlerin ajanı olmakla itham edilmektedirler. Öyleyse sormak lazım; kurucu zihniyet mi İngilizlerin adamı yoksa Vahdettin mi?
Yine sormak lazım; Hilâfet’i İngilizler yıktığı hâlde bugün Hilâfet’i isteyenler mi İngilizlerin ajanı yoksa onun geri gelmesine engel olanlar mı?
Ve’s selam…