Yeni MNP’ler Yaşanmasın!
07 Haziran 2012

Yeni MNP’ler Yaşanmasın!

1970’li yıllar, İslamî Ümmette kıpırdanmaların yaşandığı yıllardır. Özellikle Türkiye’deki Müslümanlar bu tarihlerde, İslam hakkında ciddi manada kandırıldıklarını, “İslam” diye bildikleri şeylerin çoğunun uydurma olduğunu, İslam’ın namaz, oruç, zekât talebine ek olarak devlet talebinin de olduğunu görmeye başladıkları ve aynı zamanda hilafet, tağut, rab, ilah gibi kavramlarla da yeni yeni tanıştıkları dönemdir. Biraz yeni fikirlerle tanışmanın etkisi, biraz da kandırılmışlık hissi, Müslümanları yeni arayışlara sevk etmiştir.

İşte tam bu noktada, bir adam çıkageldi; “İslam’ı geri getirme” vaadiyle birlikte… Birileri ona “Mücahid” demeye başladı. “Referansımız İslam” diyordu, “İslam’ın adil düzeni” diyordu, “Devleti laik kafalardan kurtaracağız” diyordu. İşte bu vaat ve söylemlerle, çevresinde oy vermeye cihad ruhuyla koşan, canlarını, mallarını, umutlarını mücahid liderlerine bağlayan bir kitle oluşturdu. Plan dâhiceydi: Zaten parti kurulmuştu. Seçimlere girilecek, halk onlara oy verecek, halkın oylarıyla iktidara gelinecek ve mevcut küfür hükümlerinin yerine İslamî hükümler uygulanmaya başlayacaktı. İşte bu kadar basit… Her şey tereyağından kıl çeker gibi halledilecekti…

Ancak Cumhuriyet Başsavcılığı, 5 Mart 1971'de, bu parti (Milli Nizam Partisi - MNP) hakkında "Laikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü" gerekçesiyle dava açtı. Anayasa Mahkemesi, 20 Mayıs 1971'de, Parti’nin "Laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı olduğu" gerekçesiyle kapatılmasına karar verdi.

MNP’ye gönül vermiş olanlar, bu kapatma kararından sonra planın çok da dâhice olmadığını yine anlayamadılar. Mücahid lider yeni bir parti kurdu ve bu partinin kapatılmaması için bazı söylemlerden vazgeçti. Hikâyenin sonrası malum: Her kapatma davasından sonra hedefler küçüldü, farklılaştı ve küfür nizamına ayak uyduruldu. “İslam’ı geri getirme” sloganıyla çıkılan yol, “gerçek demokrasi”, “ileri demokrasi” talebine evrildi.

Kuşkusuz geçmişin bu vesikasının, ibret vesikası olarak analiz edilmesi ve bundan ders çıkartılması bugün ve gelecek için hayatî önem taşımaktadır. Bu savrulmanın, negatif dönüşümün sebepleri araştırılmalı, bir daha aynı hatalara düşülmemelidir.

İşte bu bilinçle “İslamî Parti nedir, ne olmalıdır?” sorularına yanıtlar verirken, güncele dair eleştirilerimizde mutlaka olacaktır. Sanırım güncelden kastın, müstakbel “Kürdistan İslam Partisi” ve Sıtkı Zilan’ın dergimize yaptığı röportajda serdettiği fikirler olduğu anlaşılmıştır. Ancak bundan evvel bir hatırlatmada bulunmak önemlidir: Hangi cinsten olursa olsun tartışmalar, doğruya ulaşmak ve doğrularla amel etmek için yapıldığı zaman kıymet arz eder. Tartışmalar “yanlış” olduğu açık bir konuyu, “doğru” gibi göstermeye yönelik olursa, tâbilerini ikna etme alıştırmalarına dönüşürse, bu tartışmadan hiçbir hayır çıkmayacaktır. Velakin biz, Sayın Zilan’ın tartışmaya açma niyetinin salih bir niyet olduğunu varsayarak İslamî Parti’nin sınırlarını çizmeye gayret edeceğiz. Burada serdettiğimiz fikirler, “yanlış” olma ihtimali olan “doğru” fikirlerdir. Bunun haricindekiler ise bize doğruluğu net bir şekilde ispatlanana kadar “doğru” olma ihtimali olan “yanlış” fikirlerdir. Her kim, bizim fikirlerimizi çürütecek kuvvetli deliller getirir ise biz samimiyetle savunduklarımızdan vazgeçmeye, “doğru fikir”e tâbi olmaya hazırız. Bununla birlikte aynı samimiyeti muhataplarımızdan bekleme hakkımızın olduğunu da belirtmek istiyoruz.

“İslamî Parti nedir?” sorusunu yanıtlamadan önce bazı temel kaideleri hatırlatmamız gerekir.

Birinci Kaide: “Bugün dininizi tamamladım.” Yani İslam, dünün, bugünün ve yarının müşküllerine çözüm üretme özelliğini üzerinde barındıran bir hayat nizamıdır. “Hayat nizamı olması” demek, hayata dair her ne varsa, çözümler ortaya koyması demektir.

İkinci Kaide: Bir şeyin İslam’a aykırı olmaması, onun İslam’dan olduğu anlamına gelmez. İslam’dan olabilmesi yani “İslamî” olabilmesi için mutlaka “edille-i şeriyye”den bir karineye dayanması gerekmektedir.

Üçüncü Kaide: Mubah, şer’î bir hükümdür. Bir şeyin mubah olduğunu söyleyebilmek için onun mubahlığına da delil getirmek gerekir. Yoksa “Şari’in sükût ettiği, haram veya helal kılmadığı şey mubahtır” denilemez.

Dördüncü Kaide: Maslahata şer’î bir illet olarak itibar etmek, batıl bir husustur. Zira Şeriat’ta ne teşri için, ne şer’î maslahat için, ne de şer’î olmayan bir maslahat için itibar edilen bir maslahat mevcut değildir.

Usul-u Fıkıh’ta bilinen bu kaidelerden ortaya çıkan tablo şudur:

“Bir din ile dünyevî meselelerin belli zaman dilimlerinde çözümüne dair beşerî çözümlerin aynılık arz etmesi zaten mümkün değildir. İslam, siyasî açıdan devlete, idareye, uygulamalara ilişkin belli bir alanı insanların kendi iradelerine bırakmıştır.

Yere ve zemine göre en İslamî olanı ne ise veya başka yol yok ise “ehveni şer” hangisi ise onunla amel etmekle mükelleftirler.

Yerine göre bir monarşi pekâlâ İslamî bir yönetim olabileceği gibi, aksi de mümkündür. Keza, cumhuriyet yönetimleri de diktatör olabilecekleri gibi, İslamî bir yönetim biçimini de benimseyebilirler.

Halkın maslahatı esas olmalıdır.” gibi yaklaşımların İslam’da bir yeri yoktur. Bunlar tamamen aklî ve biraz da duygusal yaklaşımlardır.

Demokrasinin ve Cumhuriyetin gerçek manalarında kullanıldığında İslam’la çelişmediği yönündeki yaklaşıma gelince;

Şayet, “demokrasi” derken, halkın kendi yöneticilerini seçmesi anlaşılıyor ve kast ediliyorsa, o takdirde bu tanımın düzeltilmesi gerektiğini söyleriz. Zira demokrasi -tek başına-, halkın yöneticilerini seçmesi demek değildir. Zira bugün, yöneticilerini kendi hür iradeleriyle seçmelerine rağmen birçok ülke, “demokratik” sıfatını almayı hak edememiştir. Mesela, İran’ın seçim sistemi şu şekildedir: Halk danışma meclisini seçer, danışma meclisi ise dini lideri. Ayrıca bir de Cumhurbaşkanı seçilir ki bunu da doğrudan halk seçer. Görüldüğü üzere İran’da yönetimle alakalı her düzenleme halkın seçimi üzerine bina edilmiştir. Lakin İran, demokratik bir devlet olarak kabul edilmez. İran, kabul gören tanımla bir, “teokratik cumhuriyet”tir.

Bilinen bir husustur ki mevcut kullanımdaki Demokrasi, aydınlanma düşüncesinin -icat etmese de- canlandırdığı bir yönetim nizamıdır. Dolayısıyla aydınlanma düşüncesinden kopartılamaz. Aydınlanma düşüncesinin temel taşları ise akıl ve sekülerizmdir.

Aydınlanma düşünürleri, gerçek bilginin kaynağının vahiy değil akıl olduğunu savunmuşlardır. Kötü ve kötüleştirici olduğuna inandıkları mit, ön yargı ve bunları üreten dinin temsil ettiği toplumsal düzenden insanları kurtararak iyi ve özgürleştirici olduğunu kabul ettikleri aklın düzenini kurmaya çalışmışlardır. Buna göre birey, kendisi için en doğru olanı ancak aklın izinden yürümekle bulabilir ve aklın yardımıyla seçimini en doğru şekilde yapabilir. “Secular” kavramı ise yine aynı kesim tarafından, “Kiliseden kurtarılmış” anlamında kullanılmıştır. Sekülerleşme, dinin tüm yaşam alanlarından çekilmesi demektir. Onlara göre din ve din kaynaklı herhangi bir düşünce, bireysel-toplumsal ilişkilerde, devlet yönetiminde referans kabul edilemez. Zira din, geri kalmışlığın temsilcisidir.

İşte bu iki temel değişmez esas üzerine halkın yöneticileri seçmesi bina edilmiştir. Bu esaslar olmaksızın, -halkın yöneticilerini seçmesi gerçekleşse dahi- buna demokrasi denilmemektedir. Demokrasinin esası egemenliğin yani kanun koyma yetkisinin, halk ile sınırlandırılmış olmasıdır. Bu ise İslam ile temelden çelişir. Keza Allahu Teâlâ buyurdu ki:

“Allah ve Rasulü bir konu hakkında hüküm verdiği zaman mümin erkek ve kadına o konu hakkında seçme serbestisi yoktur!”

“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, onların hevalarına tâbi olma.”

Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere İslamî bir kitlenin kendince yeni bir demokrasi tarifi yaparak “benim demokrasim” dediği bir alana dalış yapması doğru değildir. Sorunlu olan, “gerçek demokrasi”nin İslam’la çeliştiğini söylemek değil, “gerçek demokrasi”nin İslam’a aykırı olmadığını söylemektir.

İslamî bir Parti Kurulabilir mi?

Elbette ki İslamî bir parti kurulabilir ve hatta kurulması elzemdir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Aranızda emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker yapacak bir ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Bu ayeti kerime, İslamî bir partinin bulunmasını, “emir” siygasıyla talep etmiştir. Lakin emir siygası tek başına vücubiyet ifade etmez. Mutlaka onun vücubiyetini destekleyecek başka karinelere muhtaçtır. İslamî bir partinin kuruluşunu emreden bu ayeti, vucubiyete taşıyan Rasulullah’ın şu hadisidir.

“Nefsimi elinde tutana yemin olsun ki; ya emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker yaparsınız ya da Allah size azap gönderir. Sonra Allah’a yakarırsınız, lakin (dualarınıza) icabet edilmez.”

Bu karinelere göre, marufu yani Şeriat’ın “ma’ruf” dediğini emredecek, münkeri yani Şeriat’ın “münker” dediğini nehy edecek bir kitlenin bulunması farz-ı kifayedir. Kuşkusuz bu talep edilen iş, siyasî bir iştir. Zira ma’ruf ya da münkerin temel kaynağı yöneticilerdir. Yöneticilere ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmek ise siyasî bir çalışmayı gerektirmektedir. Netice itibariyle Ümmet içinde siyasî çalışmalar yürüten en az bir tane siyasî partinin bulunması farzdır. Bu konuda kimseciklerin tartışacağını zannetmiyorum. Asıl tartışma alanı, demokratik sisteme entegre olarak siyasî çalışmalar yürütmektedir. “Entegre olmak”, bu sistemi kökünden değiştirmek için değil, onun organlarını kabullenip düzenlemek, ıslah etmek için sisteme dâhil olmak demektir.

İslamî Parti, demokrasi, laiklik vb.nin küfür olduğunu açıkça beyan etmek zorundadır. Kendisinin, demokrasiyi pekiştirmek için değil, halkın mutabakatını sağlayarak onu kökünden söküp atmak için kurulduğunu ilan etmelidir. Ayrıca Ümmetin sorunlarına İslamî çözümler üretebilmeli, İslam harici tüm çözümleri ve çözüm önerilerini reddetmelidir. İslamî Parti; İslam akidesine dayanan fikirleri, hükümleri, çözümleri, hedefi ve metodu İslamî olan partidir. İslamî Parti, bir bölge ya da bir kavme hasredilmeyen, tüm Müslümanları kuşatan, tüm Müslümanların kurtuluşunu gaye edinen partidir. Başında “İslam” lafzının bulunması o partiyi İslamî yapmaz! O’nu İslamî yapan, üzerine bina edildiği fikirler ve bu fikirleri uygulama metodudur.

Ve’s-Selam…