"İsrail"in, Müslümanların yılbaşında Gazze'ye yönelik başlatmış olduğu son operasyon Hicret'in 3. Yılında yaşanmış olan şu olayları bize yeniden hatırlattı. Allah'ın Rasulü Medine’de İslam Devleti'ni kurduktan sonra ve ardından da Bedir’de Allah’ın onlara zafer nasip etmesi ile birlikte, Medine’deki Yahudiler ve münafıklar üzerinde Müslümanların heybeti artmıştır. Akabinde cereyan eden Uhud, Reci ve Bi'ri Meûne hadiseleri, Müslümanların heybetini Yahudi ve münafıkların nefislerinde zayıflattı. Onlar, Peygamberin başına bir felaket gelmesini bekleyip duruyorlardı. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem onların arzu ve niyetlerinin ne olduğunu anladığında Muhammed b. Mesleme'yi onlara gönderdi. Ona dedi ki:
"Beni Nadir (Nadir Oğulları) Yahudilerine git ve onlara de ki: "Rasulullah beni size gönderdi, size diyor ki: Ülkemden çıkın gidin. Yapmaya karar verdiğiniz şey üzerine sizinle yapmış olduğum ahdi bana gaddarlık (hainlik) yaparak bozdunuz. Size on gün mühlet veriyorum. Ondan sonra sizden bana görünen kişinin boynunu vururum."
Bu hadisenin yaşanmasından sonra çok zaman geçti. Bugün yine Müslümanlar Kâfirlere karşı o eski ihtişamlarını kaybettiler ve kalplerine vehn hastalığı yerleşti. İslam Ümmeti en büyük sarsıntıyı, Hilafet Devleti'nin yıkılması ve alçak Yahudi Varlığı'nın İslam Ümmeti'nin topraklarını işgal etmesi ile yaşadı. Bu iki hadise çözüme kavuşmadan Müslümanlar, rahat, huzur dolu bir yaşamı, aynı zamanda kâfirlerin nefislerindeki o eski heybetini tekrar kazanamayacaktır.
Bu saldırıların sebebine gelince birincisi, Yahudilerin Müslümanların düşmanları olduğundan dolayıdır. Yine aynı zamanda Yahudilerin, Filistinlilerin düşmanları olduklarından dolayıdır. Yalnız Filistinli Müslümanlara düşmanlık tüm Müslümanlara düşmanlığı örtmek için barizleştirilmektedir. Böylece Filistin davasının tüm Müslümanlarla bağı koparılmış olsun. Hatta bugün Filistin ile de bu bağ kopartılarak mesele, sadece Gazze’ye indirgenmiştir. Dolayısı ile "İsrail"in saldırma nedeni birinci olarak Müslümanlara yönelik duyduğu kinden, düşmanlıktan gelmektedir.
İkinci olarak; Yahudi "İsrail" varlığı 'kan'dan beslenen bir varlıktır. Bunu, her seçim döneminde Filistin’e saldırmasından anlıyoruz. Demek ki halk, kim Müslüman kanı akıtırsa o kişiyi iktidara getiriyor. Mesela; "İsrail"de 2001'deki seçimlerini Ariel Şaron kazanmıştı. Şaron'un en büyük seçim yatırımı, Eylül 2000'de Mescid-i Aksa'ya yaptığı provokatif ziyaretti. Bu ziyaret, İkinci İntifada'nın başlamasına yol açmış ve Aksa İntifadası olarak da bilinen süreçte, en az 5 bin Müslüman hayatını kaybetmişti. 2006 yazında yeniden seçim yapıldı. Bu kez başa gelen isim, Ehut Olmert'ti. Seçim süreci, hem Gazze hem de Lübnan'a yapılan saldırılarla geçti. Lübnan Savaşı'nda yaklaşık 1500 kişi hayatını kaybetti. "İsrail", kaçırılan askeri Gilat Şalit'e karşılık aynı dönemde Gazze'yi de kan gölüne çevirdi. Olmert dönemi, 2009'un başında kapandı. Mart ayında Başbakanlık koltuğuna ikinci kez Netanyahu oturdu. Seçim kampanyası döneminde yine katliam vardı. 27 Aralık 2008 sabahı, Gazze'ye yapılan saldırılarla başlayan ve Ocak ayının son haftasına kadar süren katliamlarda 1000'den fazla Filistinli Müslüman yine hayatını kaybetti. "İsrail", 2013 Ocak ayında erken seçime gidiyor. 22 Ocak'taki seçim öncesi yine saldırmaya başladı.
Üçüncü önemli sebep, "Arap Baharı" diye bilinen devrimler, Mısır'da işgalci siyonistin her türlü güvenliğini sağlayan Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesi sonrasında bu ülkeye hakim olan yeni yönetimin bir testi niteliğindedir. Ki o testten Mısır yönetimi geçmiş görünmektedir. Bugüne kadar Mısır, ordusunu harekete geçirmemiş, aksine sadece kınama çağrısı yapmıştır. O halde Mısır'da ne değişti, çok merak ediyorum.
Her zaman olduğu gibi bir kınama çağrısı da Mısır’a giden Başbakan Erdoğan’dan gelmiştir. 2008 seçim öncesi yapılan saldırılara bir hatırlatmada bulunan Erdoğan, "Şu anda 2008 yılında değiliz, 2012 yılındayız. Bilesin ki 2012'in şartları 2008'in şartları gibi değildir. Hesabını iyi yap'' diye seslendi. Ardından da meseleye ilişkin atılması gereken adımları sıraladı; “İsrail yönetimine de Gazze'ye de sesleniyorum. Öncelikle ateşkes süratle... Ve bunun 24 saat içinde sağlanması gerekir. Bunu uzatmak her iki tarafa da bir şey kazandırmaz. İkincisi. Artık 2008'in şartları yok. Bugün şartlar farklı. Üçüncüsü kademeli olarak uygulanan bu ambargolar kaldırılmalıdır ki bölgeye bir rahatlama gelsin. Süratle de 90 gün içinde bu görüşmelerin başlatılmasında fayda görüyorum.” Erdoğan iki devletli çözümü kabul ederek Yahudi varlığının işgalini onaylamış ve çözüm olarak da tekrar görüşmelerin başlamasını sunmuştur. Bu ise yıllardır ABD’nin zaten sunduğu plandan başkası değildir. Yeni olarak söylediği bir şey yoktur. Arap Birliği'ne yüklenen Başbakan, Türkiye’nin pozisyonunu hiç gündeme bile getirmiyor. Acaba kendisi bugüne kadar ne yapmış. "İsrail" ile her türlü ekonomik işbirliğini artırarak mı Filistin’deki ambargoyu kaldırmak istemektedir?
Hakikat şudur ki; ne FKÖ, ne Hamas, nede herhangi bölgesel bir devlet, Filistin hakkında müzakere yapmaya ve Filistin meselesinin çözümünde hareket etmeye yetkili değildir. Zira bu, tüm Müslümanların meselesidir. Hamas'ın, FKÖ ve Ramallah Otoritesi'nin Filistin meselesinin, -Allah göstermesin- gerçek sahiplerinin (Müslümanların) ellerinden kaçmasına ortak olmasını bir yana bırakın, bunu sürdürmelerine yardımcı olması bile caiz değildir.
Fetih Hareketi, geçen asrın ortasında kurulduğu zaman, Filistin’i nehirden denize kadar kurtarmak için direnişi benimseyeceğini ilan etmişti. Sonra öyle bir noktaya vardı ki nehri de denizi de bu ikisinin arasındakileri de heba etti. Nitekim Fetih Otoritesi, Filistin'in genelinde Yahudi varlığını tanıdı, ABD gözetiminde Filistin'den geriye kalan yerlerde bir devlet için onunla müzakereye girmeye başladı ve Otorite'nin Başkanı her ne zaman başı sıkışsa Washington'un yolunu tuttu. Buna rağmen Fetih Otoritesi, müzakereler üzerinden uzun seneler geçmesine rağmen, bugüne kadar hiçbir şey elde edemedi. Bilakis o, işgalin gölgesinde onun izniyle gidip geldi. Hatta Başkanı, Yahudi Varlığı'nın izni olmaksızın yolculuğa dahi çıkamadı.
Ardından Fetih'in kurulmasından yaklaşık yirmi sene sonra Hamas kuruldu. Sonra Fetih'in daha önce izlediği mesafeyi kat ederek Filistin'i nehirden denize kadar kurtarmak için direnişi benimseyeceğini ilan etti. Böylece Yahudi Varlığı'nı tanımasından, ABD ilişkisinden ve Yahudi varlığıyla müzakereye girmesinden dolayı Fetih Hareketi'ni eleştirmeye başladı. Daha sonra Hamas Otoritesi de öyle bir noktaya vardı ki, 1967 sınırları içerisinde bir devlet istedi.
Muhakkak ki Filistin, el-İsrâ hadisesinden bu yana Müslümanların boyunlarında bir emanettir. Müslümanlar, onu Ömer [RadiyAllahu Anh] döneminde fethetmişler ve o tarihten bu yana İslâm'ın Filistin üzerindeki otoritesini tekit eden ve Mübarek Kudüs'te özellikle Yahudilerin oturamayacağına hükmeden Ömer Ahitnamesi gerçekleşmiştir. Keza bu emanet, tarih boyunca da devam etmiştir. Zira her ne zaman bir düşman, Filistin'e cür'et ederek onu işgal edip kirletse, Hilâfet’in gölgesindeki büyük bir komutan, onu bu düşmanın pisliğinden kurtarmıştır. Tıpkı Salahaddîn'in onu Haçlılardan temizlediği gibi... Tıpkı Kutuz ve Baybars'ın onu Tatar’lardan temizlediği gibi... Tıpkı Hilâfet’in son günlerinde Halîfe AbdulHamid'in, Hertzl'in çetelerinin oraya yerleşmesine mani olarak onu koruduğu gibi. Bugün ise Halifemizin ve Hilafet’in olmayışından dolayı tüm İslam âlemi işgal, acı ve gözyaşı içerisindedir. Müslümanlar o izzetli ve şerefli günlere susamış bir şekilde gasıp Yahudi varlığına gereken dersi verecek Hilafetli günlerin özlemini çekmektedir. İnşaAllah o gün çok uzak değildir.