İnsanı anlamak, tarih boyunca insanın vazgeçilmez hedeflerinden biri olmuştur. Zira kişinin kendisini ve hemcinslerini tanıması, karşılaştığı birçok sorunu çözmek için atılmış en büyük adımlardan biridir. Dolayısıyla insanoğlunun ömrü insanı tanımaya çalışmakla geçmiştir. İnsanın mülke olan düşkünlüğü yaratılıştan gelmektedir. Düşkünlük sınırsız istektir. Elindekilerle yetinmeyip hep daha fazlasını istemek insanın en bariz özelliklerinden biridir.
Âdem Aleyhi’s Selam’ın cennetten kovulma sahnesi insanı tanımak için yeterli olmasa da onun hakkında bir nebze de olsa bilgi vermek için yeterlidir. Ne olmuştu hatırlayalım: Âdem Aleyhi’s Selam yaratıldı ve ona cennette sınırsız nimetler verildi. Allah Subhanehû ve Teâlâ cennette istediğinden istediği kadar yiyebileceğini onlara söyledikten sonra tek bir şey istedi; tek bir şey “yapmamalarını” istedi. Bir ağaca yaklaşılmaması, onun meyvesinden yenmemesi... Bir düşünün! Sınırsız nimetler içinde tek bir ağaç! Ama insan doğası “sınırsız” nimetle yetinmeyip tek bir ağaca göz dikecek kadar doyumsuz bir özelliğe sahiptir. Nitekim öyle de oldu. İblis, ona yaklaştı ve içgüdülerini harekete geçirecek şekilde ona hitap etti. Ağaçtan yemesini ona fısıldadı. Âdem ve Havva, içgüdülerine hâkim olamadılar. Rableriyle olan bağı koparttılar ve yasaklı ağaca el uzattılar. Böylece insanoğlu ”günah” ile tanıştı. Fikir ve içgüdüler arasında sıkışmanın ne demek olduğunu anladı. İblis de insanı nasıl yoldan çıkartacağını öğrendi. Bu ilk karşılaşmanın galibi iblis oldu ve insanlık tarihi bu mücadeleye her daim şahitlik etti. Bazen insan, bazen şeytan ama daha çok şeytan bu mücadeleden galip çıktı.
Kapitalizm hayat sahnesindeki yerini aldığında şeytanın misyonunu da üstlenmiş oldu. İnsanın yaratılışında var olan mülk edinme güdüsüne hücum etti; insanı vahşileştirdi ve akıllara şu soruyu getirdi: Vahşi olan kapitalizm midir yoksa insan mı? Cevabı göreceli olan bu soru üzerinde durmanın yersiz olduğunu düşünüyorum. Zira hem insan, hem de kapitalizm bünyesinde vahşiliği barındırmaktadır. Sorun kimin vahşi olduğundan ziyade bu iki cinsin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan vahşiliğin boyutları ve çözümüdür.
Kapitalizmin hayat bulduğu kaynağın ne olduğunu inceleme altına alarak konumuza başlayalım.
Afrika’dan çalınan hayatlar: Köle ticareti.
Batılı halkların aç gözlülüğünün en acı ve en bariz göstergelerinden biri de kuşkusuz köle ticaretidir. Yaklaşık 400 yıl süren bu gayri insanî ticaret neticesinde 100 milyona yakın insan köleleştirilmiştir. Denilebilir ki: “İslam tarihinde de köle ticareti vardı, arasında fark yoktur”. Bu düşünce, sığ bir düşüncedir ve İslam’ın kölelik ile alakalı hükümlerini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Zira Batı’nın köle edinme şiarı, sınırsız menfaat edinme üzerine bina edilmişken İslam kölelik hukukunun temel şiarı, köleliğin kaldırılması üzerinedir.
Portekizliler ile başlayan köle ticaretinin boyutları korkunç derecelere ulaşmıştır. Nitekim Kongo’nun yarısı, evet neredeyse yarıya yakını, köleleştirilmiştir. O zamanki nüfusu 12,5 milyon olan Kongo’da 6 milyon insan kalmıştır. Tüm Batı Afrika’nın %60’ı köleleştirilerek Avrupa ve Amerika’da her türlü zor ve pis işlerde kullanılmıştır. Hem de ücretsiz, ölmeyecek kadar yiyecek verilme karşılığında…
Sanayi devrimiyle birlikte makinalaşma hızlı bir şekilde yayılmaya başladı. Ağır işlerde çalışan kölelere gerek kalmayınca kölelik yavaş yavaş kaldırıldı. Kölelerin yerini artık makinalar almıştı. Her ne kadar makinalar ağır işleri yüklenmiş olsa da fabrikaların ve tarım sektörünün yine insan bedenine ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç yerel kaynaklardan karşılanmaya başlandı.
Avrupa’da peşi sıra gelen devrimlerin ortak özelliği, sermaye sahiplerinin eliyle gerçekleşmiş olmasıdır. Zira kapitalizm öncesi hayat, üç sınıf arasındaki mücadele tarihinden ibarettir. Kilise, Kral ve küçük de olsa belirli bir sermaye birikimi olan sermayedarlar. Kapitalist devrimlerin türlü kılıfları olmuş olsa da nihayetinde sermayedarların aç gözlülüğü, devrimlerin neticesini belirlemiştir. Bu haliyle “kapitalizm, aç gözlülüğün tarihidir” desek, yanlış bir teşbih yapmış olmayız. Bu aç gözlülüğün boyutları ise gerçekten korkunçtur. İşte bir kaç örnek:
Sanayi Devrimi ile birlikte gelişen yeni üretim anlayışı, yetişkinlerin olduğu kadar çocukların da hayatını karartmıştı. Bu acımasız dönem, yetimhaneler ile fabrikalar arasında çocuk alışverişlerinin yapıldığı, kız-erkek demeden tüm yetimlerin vahşice muamele gördüğü bir dönemdi. Çocuk istismarı konusunda Avrupa, adeta bir yarış halindeydi.
Modern sanayi ile birlikte başlayan hızlı ve seri üretim, İngiltere başta olmak üzere birçok devletin başını döndürmüştür. Üretime bağlı olarak tüketim alışkanlıklarının da değişmesi, müteşebbisleri acımasız kılmıştır zira bu zalim anlayış her ne pahasına olursa olsun fabrikaların çalışmasını, üretimin de aksamadan devam etmesini öngörüyordu. Bunun için sadece yetişkinleri yeterli görmeyen patronlar çocukların da çalıştırılmasını düşündüler. Çocukların sanayide kitle halinde istismar edildikleri ilk ülke İngiltere olmuştu. İngilizler üretimde kullanmak üzere icat ettikleri makinaların işletilmesinde, yetişkinlerden ziyade küçük çocukların ellerini daha uygun buluyorlardı. Yetimhanelerden aldıkları çocukları fabrikalarda karın tokluğuna istihdam edenler için bir çocuğun ölümü, hiçbir anlam taşımamaktaydı. Öyle ki o yıllarda “Çocuk yatağı soğumaz” tabiri halk arasında yaygın bir özdeyişti. (Mesainin 24 saat olduğu bazı fabrikalarda çocuklar aynı yataklarda yatırılıyor ve adeta yataklarının soğumasına fırsat verilmiyordu.) Bu zavallı çocukların iş şartları yetişkinlerle aynıydı. Umumiyetle geceleri de çalıştırılan çocukların ayaklarına bir yerlere kaçmamaları için zincirler de vuruluyordu. En kötü çalışma şartları da maden ocaklarındaydı. İngiliz Parlamentosu’na gönderilen raporlardan, maden ocaklarında dört yaşındaki çocukların dahi çalıştırıldığını öğreniyoruz (1842). İtalya’daki işçi çocuklar ise Sicilya’da bulunan kükürt madenlerinde her an ölümle burun buruna bir şekilde istihdam edilmişlerdi. 1912 yılında maden ocaklarında çalışan işçilerin büyük bir kısmı henüz 15 yaşını geçmemiş çocuklardan oluşmaktaydı. Üstelik kışla gibi binalara yerleştirilen bu çocuklara yapılan eziyetin gizli kalması için onların dış dünya ile temas etmelerine de müsaade edilmiyordu. Belçika’da fabrika sahiplerinin, çalıştırdıkları kız çocuklarına yönelik cinsel saldırıları, artık normal karşılanmaktaydı. Hatta bu ülkede “Maden ocakları çocuklar için birer ahlâksızlık mektebidir” sözü, halk arasında çok yaygın olarak kullanılıyordu. 19. Yy.da Fransa’da yedi ve daha küçük yaşlardaki çocukların günde on saat çalıştıkları, tüm ülkede bilinen bir husustu. İstedikleri üretim seviyesine ulaşamayan Fransız iş adamları, fabrikalarda çalışan çocuklara dayak atma ya da aç bırakma gibi cezalar vermekte hiçbir beis görmüyordu. Japonya’da ise çocuk istismarı Batı’ya nazaran daha vahim bir haldeydi. 1909 yılında Japonya’da 650 bin fabrika işçisinin 14 bini on sekiz yaşın, 45 bini ise on dört yaşın altındaydı. Buna benzer bir tabloyu Amerika’da da görmek mümkün. New York ve Chicago’da bulunan tekstil fabrikalarında ciddi sayıda çocuk işçi çalışmakla beraber bunların bir kısmı henüz beş yaşını doldurmamış çocuklardı. Yapılan bir araştırmaya göre 1800’lü yıllarda 350 bini yedi-on yaşlarında olmak üzere, en az 1 milyon çocuk fabrikalarda istihdam edilmektedir.
Kapitalizm göreceli olarak zamanla değişkenlik göstermiş çalışma şartları iyileştirilişmiş gibi gözükse de gerçek hiç de öyle değildir. Sömürü, tüm hızıyla ve acımasızlığıyla devam etmektedir. Nitekim 2016 yılında dünyanın en zengin 8 kişisi, 3.6 milyar insanın servetine sahip duruma gelmiştir. İşte kapitalizm budur. Hızla büyüyen ve büyüdükçe insanlığı yok eden vahşi bir sistem...
Bu vahşi sistemi kim durduracak? Daha doğrusu bu vahşet nasıl son bulacak?
Elbette her zehrin bir de panzehiri vardır. Kapitalizmin panzerinin, onun cinsinden olması söz konusu değildir. Dolayısıyla mevcut beşerî sistemleri bir kenara bırakmak zorundayız. Yakın bir zamanda referandumda oylanacak olan “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” ile diğer sistemlerin kapitalizme hizmet etme noktasında hiçbir farkı yoktur. Hangi isim adı altında olursa olsun nihayetinde beşerî bir sistemdir ve kapitalizme hizmet etmek üzere icat edilmiştir.
Akıllara Sosyalizm gelebilir ancak onun hayat sahnesindeki varlığı kısa sürmüş ve halklar onu terk etmiştir. Halkların terk ettiği bir nizamın hayat sahnesinde yeniden rol alması, nostaljik bir hayalden başkası değildir. Öyleyse geriye sadece ve sadece İslam nizamı ve onun yönetim şekli olan Hilâfet kalmaktadır.
İnsan doğasını en iyi bilen Allah Subhanehû ve Teâlâ, insanlara insan olduklarını hatırlatmak için her daim bir fırsat vermiştir. Bu sayısız fırsatların sonuncusu ise kuşkusuz İslam’dır.
“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir”** diyen İslam Peygamberi’nin risaleti hak, adalet, yardımlaşma esasına dayanırken insan fıtratını da ihmal etmeyerek onun doyumunun da gerçekleşmesini hedeflemiştir.
İslam; insanın helal çizgilerde mal edinmesinin önünü açmışken kazandığı malların zekâtını alarak muhtaçlara dağıtmıştır. İslam muhtaçları Müslim-gayrimüslim olarak sınıflandırmamış tebaasındaki herkesi kucaklamıştır.
Kapitalizm, ayak bastığı her yeri istisnasız sömürmüş ve tüm servetlerini çalmış iken İslam, ulaştığı her toprak parçasını ihya etmiş, yeniden cansuyu vermiştir.
İslam, ilmî ve teknolojik birikimini insanın hizmetine sunmuş ve tüm insanlığın bunlardan faydalanmasını sağlamıştır. Nitekim Avrupa bilim dünyasının temelini, İslam hâkimiyetindeki Endülüs kütüphaneleri oluşturmaktadır.
İslam’ın bir devlet ile temsil edildiğinde insanlığın kurtuluşu olduğu hakikati, tarihte açık bir şekilde durmaktadır. Evet, İslam insanlığın yegâne kurtuluşudur. Ancak bu, kendiliğinden gerçekleşecek bir durum değildir. Öyle olmuş olsa idi bugüne kadar hiçbir sorunumuz kalmazdı. Ancak etrafımız sorun yumağı ile dolu. Öyleyse mesele tek başına İslam’ın varlığı değil, İslam’ın bir devlet tarafından olması gereken şekliyle yönetimde olmaması meselesidir.
İslam, hayatın her alanına hâkim olmadığı müddetçe kapitalizm varlığını sürdürecek ve Müslüman halkları hatta tüm insanlığı sömürmeye devam edecektir. İslam’ın hayata hâkimiyeti ise referandumda oylanmaz, bilakis ciddi kitlesel bir çalışma ile gerçekleşir.