300 günü aşkındır akıl almaz bir şekilde Filistin’deki kardeşlerimiz kadın, çoluk çocuk denmeden sistematik bir katliama maruz bırakılıyor. Tüm dünyanın gözleri önünde her gün gözlerimizi yeni bir acıya, yeni bir soykırıma açıyoruz. Hastaneler, okullar, çadırlar her yer bombardımana tutuluyor. Öldüremediklerini de insanlık dışı uygulamalarla tutuklayıp esir ediyorlar. İşkence ve tecavüz dahil her türlü saldırıyı yapmaktan da geri durmuyorlar. “Yüz bine yakın şehit verdik. Bu zulmü engellemeniz için daha ne kadar ölmemiz gerekiyor?” veya küçük bir çocuğun “Artık çok yoruldum, ölüp dinlenmek istiyorum.” gibi Gazzeli Müslümanların yürekleri parçalayan çaresizce haykırışlarına şahitlik ediyoruz.
İçler acısı bu durum karşısında her defasında İslam beldelerinin yöneticileri tarafından göreve davet edilen uluslararası kurumların yaptığı tek şey; ölen insanların istatistiğini tutmak ve kınama mesajları yayınlamak… Bu nasıl bir zillettir ki bu vahşet tablosu 57 lider içerisinden bir tanesini bile harekete geçirip bu zulmü bertaraf etmek için somut bir adım attırmıyor.
Gazze’deki durumu tasvir etmek, kaleme dökmek bir yazının boyutlarını fazlasıyla aşıyor. Dile getirdiklerim ve tüm yaşananları göz önüne aldığımızda şu gerçek ortaya çıkıyor ki o da; ne uluslararası kurumlar ne de ABD’nin tayin ettiği kıytırık yöneticilerin kof tehditleri İsrail’i engelliyor. Kınamaların kurşunları engellemediği gerçeğini ve sahipsizliğimizi, bu süreçte iliklerimize kadar hissettik.
Mücahitler her ne kadar ilk günden beri aşağılık Yahudi varlığının burnunu sürtse de örgütlerin bir devletin imkân ve kabiliyetlerinden yoksun olduğu açıktır. Örgütlerin, katil sürüsünün yaptıkları katliamları engelleyecek güç ve donanımdan yoksun oldukları da aşikâr. Hal böyle iken mütekabiliyet esası gereği devlete karşı devletle müdahale etmek kesin ve zaruri bir sonuç olarak karşımızda durmaktadır. Sahipsizliğimiz ve koruyucu bir otoritenin yokluğu, koskoca bir ümmeti kendilerine yönelik saldırılarda savunmasız bırakıyor. Saldırısına engel olacak caydırıcı bir gücü karşısında bulmaması “İsrail”e, daha pervasızca hareket etme imkânı tanıyor.
Boykot türküleri, romantik söylemler, dabka dansı, insanlık vicdanına seslenmek, hamaset yüklü kınamalar, tel’in etmek, “kahrolsun ‘İsrail’” nidaları, katil Yahudi varlığını durdurmadı, durduramayacak!
Eleştiri oklarının, içinde bulunduğumuz bu zilletin odak noktasında yer alan İslam beldelerinin başına çöreklenmiş, Yahudi varlığının “gerçek demir kubbesi” olan müstemleke valilerine yönelmesi gerekirken ısrarla ümmetin eleştirildiğine, tahkir edildiğine şahitlik ediyoruz.
Sözü ortaya değil bu zulmün yaşanmasına sebep olan, kötürüm gibi davranan muhatabına karşı söylemesi gerekenler, hak sözü yükseltmesi gerekenler, eleştiri oklarını ümmete çeviriyorlar.
Halbuki ümmet, her defasında meydanları doldurup sesini yükselterek, malını ve canını vermekten imtina etmeyerek rüştünü ispatlamıştır. Bu hain yöneticiler ve ulus devlet hapishanelerinin ümmeti kıskaca aldığı dikta rejimleri olmasa, ümmetin evlatlarının katiller sürüsünü mübarek beldeden havucu söker gibi göz açıp kapayıncaya kadar söküp atacağı bir hakikattir. Hal böyle iken; “İsrail”e gelecek bombaları “İsrail”den önce imha edeceğini söyleyen Ürdün, “İsrail”in karakolluğunu yapan Mısır, “İsrail”e karşı cihadı fitne gören Suud, “İsrail”in müttefiki Esed ve Azerbaycan, “İsrail”in düşman görünümlü dostları İran ve Lübnan, “İsrail”e lojistik destek sağlayan veya bu lojistiğin ona gitmesine izin veren, sözüyle Filistin’in gücüyle “İsrail”in yanında olan herkesin çok iyi bildiği birçok ülke/yönetim ve yöneticileri ortada iken ümmeti suçlamak neden?
Tabi tüm bunları söylerken ümmetin, layusel/sorgulanamaz olduğunu, sorumlu olmadığını kastetmiyorum. Üzerine tatbik edilen küfri nizamlar, algı operasyonları, dezenformasyonlar ve kirli propagandalar ile olması gereken asli duruşundan uzak düştüğünden mütevellit bu ümmet; bozuk nizamın değiştirilmesi noktasında zafiyet göstermesi ve batıl düzenlerin devamını sağlayan kirli demokratik süreçlerde yer alması, İslami bir yönetimi nebevi metot temelinde ikame etme mücadelesinde bulunmaması bakımından eleştirilebilir. Ama bu, işi bağlamından koparıp asli olarak devletin yapması gereken bir işi fertlere yükleme çabası gibi ölümcül bir hataya yol açmamalıdır.
Peki, ümmeti suçlamanın sebepleri nelerdir? Neden kimi çevreler ısrarla ümmeti suçluyor? İşte bu bağlamda şunları söyleyebiliriz:
Kolay Olanı Seçmek
Yöneticileri eleştirmek, onları karşısına almanın doğuracağı riskler, tehlikeler ve ödetilecek bedel korkusu/endişesi, eleştirilerin yönünü ümmete çevirmeye etki etmiş olabilir. Uzaktaki yönetimleri veya Arap rejimlerini eleştirmekte bir beis görmeyenler, başkalarının firavununa karşı olabildiğince cüretkâr olanlar/aslan kesilenler, sıra kendi(ülke)lerine geldiğinde süt dökmüş kediye dönüyorlar. Halbuki Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
“Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.” [Ebu Davud, Melahim, 17]
Yöneticileri eleştirmekten, “emri bil maruf nehyi anil münker” farziyetini ifa etmekten imtina edenler, ümmeti eleştirmenin dayanılmaz hafifliğiyle yaşanan zulümlerin devam etmesinin müsebbibi olarak ümmeti suçlu ilan ediyorlar. 2 milyar ümmet olduğumuz halde “ümmetin yaşananlar karşısında hiçbir şey yapmadığını” ifade ediyorlar. Tabi ümmeti eleştirdiği zaman karşılarında durup onlara hesap soracak bir mercinin, otoritenin yokluğu, bu kolay olanı tercih etmenin önemli sebeplerinden biridir.
İktidarı Koruma Kaygısı
Devleti değiştirip dönüştürmesi gerekenler, müesses küfri rejimle sağladığı entegrasyon neticesinde vahyî değerlerden uzaklaşıp önlerine serilen kırmızı halılar üzerinde yürüyerek batıl ilkeler ile asimile olmaktan kendilerini kurtaramadılar. İktidarın nimetlerinden faydalananlar, yöneticileri eleştirmekle elde ettikleri/edecekleri kazanımları, mevkileri kaybetmeye sebep olacağından, ortaya koyulan eylem ve söylemlerdeki kırmızıçizgiyi, iktidarı zora sokmayacak bir eylem ve söylem hattına geriletti maalesef.
“İsrail” zulmüne karşı herhangi bir adım atmadıkları halde “sahada oldukları” veya “gizliden yardım yaptıkları” hezeyanını ortaya attılar. İçeriye bir bisküvi paketi bile sokamayacak kadar kifayetsiz ve ABD’nin direktifleri ile “İsrail”in arkasını toplama görevini icra eden iktidarlar; “İsrail”e ne askerî, ne diplomatik ne de ekonomik olarak somut bir karşı adım attılar. Üstüne üstlük “İsrail”e karşı kendi halklarını zapturapt altına almak için insanüstü bir çaba sarf ettiler. Tüm bu ihanetler; -lider aşkının akıllarını firara, mantığını dumura uğrattığı kişiler dışında- herkes için ayın on dördü gibi açığa çıkmışken iktidarı koruma saikiyle hareket edenler, doğruyu bildikleri halde bir yalana inanmaya kendilerini zorlamışlardır. İktidarlar, “İsrail”e karşı bir demir kubbe olurken ümmeti suçlayanlar da iktidarlara demir kubbe olma vazifesini yerine getirmektedirler. Ümmeti suçlamak, bir kaçış rampası olarak kullanılmaktadır.
Vakıanın Kavranmaması
Ümmeti suçlayanların bir kısmı ise toplumu şekillendiren ve düzenleyenin, tatbik edilen mevcut nizam olduğunun idrakinde değillerdir. Zira fertler, ahlaki yönden her ne kadar kendilerini düzeltmeye çalışsalar da nizamın ifsat edici yönü, fertlerin ve cemaatlerin gayretlerinin üstündedir. Bu sebeple çıkarılan kanunlar, toplumu ifsat için özenle hazırlanır. İşte bu hakikat idrak edilmediği için nizamın bozduğu ahlakın mesuliyetini, ümmetin fertlerine yüklerler.
İslam’ın kuşatıcı bir ideoloji ve nizam olduğunu bilmemelerinden dolayı ferdiyetçi bir yaklaşımı öncelemeleriyle ümmeti hedef tahtasına oturtmaktadırlar. Ümmet, İslam ahlakına bürünürse tüm problemlerin çözüleceğini düşünürler. Fertlerin ibadi ve ahlaki sorumluluklarını yerine getirmeleri ile sorunların ortadan kalkacağı gibi paradoksal bir savrulma içerisinde debelenmektedirler.
Aşağılık Kompleksi
İslam’ın 100 yıldır hakimiyet alanında bulunmaması neticesinde beşerî nizamlar ve bu nizamların savunucuları karşısında aşağılık psikolojisine kapılıp kendilerini yetersiz hissetmeleri, ümmeti suçlamanın altında yatan bir diğer sebep olarak karşımızda durmaktadır. Bu aşağılık kompleksi ile kafirlerin çok güçlü; fakat İslam ümmetinin değersiz ve zayıf olduğunu iddia ederler. Beşerî sistemin yönettiği toplumda bir başarı varsa bunu beşerî nizamın “yüceliği”; bir zafiyet, ahlaki bir yozlaşma varsa bunu da toplumun Müslüman oluşuyla ilişkilendirirler. Bu çarpık bağlantıyı beşerî nizamın destekçisi laik zihniyet dillendirse de Müslümanlar, kendi ellerindeki değere yabancı olduklarından dolayı buna cevap verme hakkını kendilerinde bulamamakta ve bu haksız ithamı kabullenmekteler.
Rabbani Âlimlerin Yokluğu
Son olarak da; Müslümanların dinlerini öğrendikleri âlim sınıfının, sürekli olarak ümmeti suçlayıcı dil kullanmaları ve vaazların, nasihatlerin yönünü yönetimlere çevirmemeleri; Müslümanlarda bu ithamların haklılığına dair bir kanaati meydana getirmiştir. Halbuki, “İnsanlardan iki sınıf vardır ki; onlar bozulduğunda bütün insanlar bozulur, onlar düzeldiğinde bütün insanlar da düzelir. Bunlar; âlimler ve yöneticilerdir!” hadisinde de işaret buyurulduğu üzere âlimler, toplumun koruyucu değerleridir. Doğruyu göstermesi gerekenler de yanlışın bir parçası olduğunda o yanlışın toplumda yaygınlaşması kaçınılmaz olmaktadır.