Eksen kayması ya da kutup farklılaşması genelde dünyadaki siyasi etkisi küçük devletlerin özelliklerindendir. Siyasi ve ekonomik olarak başka devletlere bağımlı olan ülkeler için kullanılan bir tabirdir. Daha geniş bir açıklama ile bu farklılaşma söyle özetlenebilir; “Bir devletin siyasetinin üzerine kurulu olduğu fikir, diğer halklar ve ümmetlerle olan ilişkilerinin esası üzerine bina ettiği fikirdir. Dolayısıyla inandığı bir ideolojisi olmayan devletlerin fikirleri, farklı ve çelişkili olup değişebilirliğe sahiptir. ...muayyen bir ideoloji taşımayan bir devlet, devletlerarası ilişkilerde sadece çıkarı etkin faktör olarak belirlerken muayyen bir ideolojiye inanan ve onu dünyaya taşıyan devlet ise devletlerarası ilişkilerinde ideolojiyi etkin faktör ve çıkarı da bu yolda ideolojiye yardım eden bir unsur olarak belirler. ...dolayısıyla devletlerarası ilişkilere ve devletlerarası duruma etki eden şey bizzat inandığı ideolojisidir. O halde günümüz dünyasına egemen olan ideolojilerin ve bu ideolojilerden her birisinin günümüz devletlerarası siyasetine etki boyutu, ne derece etkili olduğu ve devletlerarası siyasetin geleceğine etki etme olasılığının bilinmesi elzemdir.”
Türkiye, Osmanlı Hilafet Devleti’nin yıkılmasından sonra sıklıkla bu tabirlere maruz kalan bir ülkedir. Bunun nedeni ise iktidar vasfı verilen yapıların ideolojisi olan devletler tarafından yönlendirilmesidir. Türkiye üzerinde menfaati olan ideolojik devletlerin etki ve gücü bağlamında Türkiye siyasetine müdahil olmak istemeleridir. Bu devletler ise herkesin malumu olduğu üzere Türkiye özelinde gelişen her türlü siyasi olayda parmağı bulunan İngiltere ve Amerika başta olmak üzere diğer Batılı kapitalist devletlerin olduğu bilinmektedir. Özellikle son zamanlarda dünya siyasetindeki değişimler ve Türkiye’nin de içine dâhil olmak zorunda kaldığı Ortadoğu bölgesindeki gelişmeler Türkiye’deki siyasi refleksleri en çok etkileyen nedenlerdendir.
Bu girizgâhtan amaç, Türkiye'de son zamanlarda mevcut iktidar ve cumhurbaşkanın yaşanan her gelişmeye bahane oluşturmak için dillendirdikleri “Güçlü Türkiye ve yön veren Türkiye istemiyorlar.” çıkışlarının asılsız olduğunun anlaşılması içindir.
İç siyasette yaşanan birçok olayın dış siyasetle alakalı olması da Türkiye’nin kendi ideolojisi olmamasının nedenlerindendir. Çok geriye gitmeden Türkiye’nin özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra yaşadığı kaotik gelişmelere baktığımızda bunların iz düşümünü görebiliriz. Nitekim hem kendi coğrafyasında yaşanan gelişmeler hem de İslam ümmetinin üzerinde gelişen birçok olay Türkiye’yi doğrudan ilgilendirir ve bunlar Türkiye’nin reflekslerinin değişmesine etki eden niteliktedirler.
İÇ SİYASETTEKİ EKSEN KAYMALARI
Türkiye’de Amerika yanlısı iktidarların iş başında olduğu dönemlerde birçok defa gündeme gelen Başkanlık Sistemi tartışmaları, AK Parti iktidarı döneminde daha büyük ivme kazanarak zirve yapmıştır. Özellikle Erdoğan’ın dilinden hiç düşürmediği ve uğruna yanındaki insanları bile harcadığı bu sistem değişikliği meselesi, aslında Türkiye iç siyasetinde yaşanan birçok olayın arka planındaki asıl nedendir. En son yaşanan 15 Temmuz darbe girişiminin Türkiye’de bir siyasi kırılmaya neden olduğu söylense de aslında asıl etken, AK Parti’nin başkanlık sitemine çok yaklaşmasıdır. Darbe girişimi ise sadece bu kırılmanın bir tezahürüdür.
Nitekim Osmanlıyı çökerten ve yerine laik bir devlet yapısı oluşturanlar, büyük cürümler neticesinde -ki bunlara inkılâp(!) denildi- beyin erozyonu oluşturarak kurdukları yeni sisteme, yerli olmayan ama yerli süsü verilen ajanlar vasıtası ile bugüne kadar kurdukları bu laik jakoben yapıya sahip çıktılar. Hatta bu yerli olmayan yapılar efendilerinin Türkiye’deki gücünün zayıfladığı zamanlarda bile (Amerika yanlısı iktidarların olduğu dönemler) bu laik sistemi korumaktan geri durmadılar. Amerika’nın AK Parti ile Türkiye’de en güçlü olduğu dönemde bile (2011-2015), kendilerine alan açarak hatta efendilerinden bile daha azgın bir üslupla bu yapıyı korumak için mücadele verdi. Çünkü sözde bu yapıyı oluşturanlar Türkiye’nin tek sahibinin de ulusalcılık kisvesi altında kendilerinin olduğunu zannetmeleridir. AK Parti’nin başkanlık sistemi tartışmasındaki en uç yapı olarak görünseler de aslında en etkili yapı oldukları da söylenemez. Etkili olan yapı ise, kuzu postuna bürünen ve efendilerinin isteklerini kendi menfaat ve şahsiyetlerinin önüne koyan kurtlardır. Erdoğan’ın meclisteki çoğunluğu elinde bulundurmasına rağmen (25 ve 26. dönemler) kendi içerisindeki bu kurtların etkisi ve tesirini bilerek başkanlık sistemini mecliste oylamaya sunup referanduma götürememiştir.
Nitekim Erdoğan iç siyasette başkanlık düğümünü açmak için başlattığı her harekette misliyle karşılık alıp yeni sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra Türkiye’de yaşanan patlama, suikast ve terör olaylarının bir çoğununun arkasında bu gerçek yatmaktadır.
Belirli bir ideolojik görüşü olmayan farklı kesimlerin ya da yönetime etki edebilecek güçte olanların da farklı ekoller kapsamında, Erdoğan’ın başkanlık sistemi istemleri karşısında durmaları yadırganmamalıdır. Öyle ki başkanlık sitemine muhalif olanların birçoğunda da tek ses yoktur. Nitekim bunların kendi aralarında bir koordine de mümkün gözükmemektedir. Örneğin Alman ekolünü savunan bir yapı ile Rus ekolünü savunan diğer bir yapının koordine olamaması en çok AK Parti ve Erdoğan’ın işine gelmektedir. Ancak Erdoğan’ın asıl korkusu kendi partisinin içindeki ekollerin işlevidir.
2015 seçimlerine Erdoğan bu gerçeği göz ardı etmeden girdi. 17-25 Aralık sürecinden sonra başlatılan tasfiye operasyonları kabak tadı verince ve istihbarat çaresiz kalınca Erdoğan yeni bir taktik geliştirdi. 1 Kasım seçimlerinde parti içindeki teamülleri tekrar göz önüne alarak güçlü bir şekilde AK Parti’ye iktidarın kapısını açtırdı. Ancak asıl amacı parti içerisindeki tasfiyeleri gerçekleştirmekti. Öyle de oldu. Seçimi kazandıran ekibe pelikan bildirileri bahane edilerek sus mesajı verildi. Nitekim Davutoğlu ve ekibini itibarsızlaştırarak aktif görevden uzaklaştırdı. İlginç olan ise İngiliz bir gazetenin bu iddiayı yaklaşık bir yıl öncesinden gündeme taşımış olmasıdır. Financial Times’in İstanbul muhabiri Daniel Dombey 28 Mayıs 2015’teki makalesinde; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın anayasaya göre seçim kampanyasına dahil olamayacağını söylerken Dombey, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çabasını, Türkiye’yi parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçirebilmeyi ne kadar şiddetli istediğinin bir göstergesi olarak yorumluyor. Haberde görevi sona erecek olan ancak ismi verilmeyen bir AK Parti milletvekilinin de Erdoğan’ın sonbaharda yapılacak parti kongresinde Davutoğlu’nu şu anki görevinden alabileceğini ifade ettiği yazılıyor**.**[1] Nitekim bu iddia 1 yıl sonra, son baharda değil ama ilkbaharda gerçek oldu.
Erdoğan bu hamle ile başkanlık sistemine ayakbağı olan yapılardan bir adım daha uzaklaştığını hissetse de bunun tek başına yeterli bir argüman oluşturduğunu düşünmüyordu. Bu yüzden Binali Yıldırım ile kendi kadrolarını tekrar harekete geçirdi. Başkanlık sistemi tartışmalarını en yüksek seviyeye çıkartarak sistem üzerindeki tıkanıklığı açacak formüller geliştirilmeye başlandı. Bu formüllerden en göze çarpan ise erken seçim takvimi belirleme çabaları olmuştur. Böylece Türkiye’de iç siyaset refleksleri tekrar başkanlık sistemi üzerine odaklanmış oldu.
15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİNİ HAZIRLAYAN SÜREÇ
Erdoğan’ın ısrarlı başkanlık istemleri ve hamleleri aslında darbe sürecini tetikleyen sebeplerin başında geldiği söylenebilir. 17/25 Aralık sürecinden bu yana Cemaat adı altında devlet kurumlarında yapılan tasfiyeler bürokraside bir boşluğun oluşmasına neden oldu. Hali hazırda Cemaat’in yerine hazırlanmış bir ekibi olmayan AK Parti, süreci eski statüko ekipleriyle yürütmeye başladı. Ergenekonvari operasyonlarla kamu ve diğer kurumlardan uzaklaşanlar yeniden buralarda nüfuz sahibi olmaya başladı. Bunlarla birlikte uyuyan hücreler diye adlandırılan yapılar da aktif hale geldi. Kimilerine göre uyuyan bu hücreler paralel yapı diye adlandırılan Cemaat hizmetkârları,[2] kimilerine göre ise eski laik statükocu vesayetin uşaklarıydı.[3] Bazılarına göre ise bu AK Parti’nin içindeki bilinen ama bir türlü kendisini ele vermeyen üst akıldı.[4]
Nihayetinde bürokraside oluşan bu boşluk birileri tarafından dolduruluyordu. AK Parti ise kaybedecek vakti olmadığından gidenlerin yerine kimin geldiğinin yerine, kendi içerisindeki fireleri ve aykırı sesleri minimize etmenin telaşı ile uğraşıyordu. Güç kaybetmekte olan AK Parti, başkanlık sistemini oluşturacak formülü bulup biran önce uygulamaya sokmalıydı. Terör olayları, başta ekonomi olmak üzere devletin tüm mekanizmalarını sıkıntıya düşürmeye başlamıştı. Terörle mücadelede ha bitti bitecek, temizledik, büyük darbe indirdik gibi söylemler operasyonların uzaması ile boşa çıkmaya başlamıştı. Terörle mücadelede kolluk kuvvetlerinin en ufak bir zafiyete düşmesi ise akıllara bile getirilmek istenmeyen bir felaketin habercisi idi. En nihayetinde bu kolluk kuvvetleri her eksen kaymasında en çok üzerinde değişiklik yapılan kurumlardı. Ancak emniyet teşkilatı bile yapılan bunca operasyona ve görev değişikliğine rağmen halen tamamen kendisinden emin olunan bir yapı değildi.
Toplumsal olarak ise başta terör olmak üzere ekonomik gidişatın da gün geçtikçe kötüye gitmesi, AK Parti’ye oy verenler dâhil, birçok kesim tarafından homurtuların oluşmasına neden olmaktaydı. Tüm bunlarla beraber dış siyasetteki agresif manevralar da eklenince AK Parti’nin devlet kurumları üzerindeki hâkimiyeti zayıflamaya başladı. Rusya ile bozulan ilişkilerin tekrar düzeltilmesi için özür dilenmesi, Yahudi İsrail varlığı ile olan ilişkilerin yeniden başlatılması için taviz üstüne taviz verilmesi, AB ile olan mülteci sorununun bir türlü nihayete erdirilememesi bu konuların başında gelmektedir. Nitekim bu konulara dış siyasetteki eksen kaymaları olarak değineceğiz.
İşte tam böyle bir ortamda başkanlık sisteminde AK Parti’nin ısrarcı davranması, darbeye teşvik eden uyuyan hücrelere büyük bir malzeme çıkarttı. Kurumlar içerisindeki özellikle orduda oluşan rahatsızlığın farkında olan bu yapılar, darbeye teşebbüste hiç beis görmediler. Hatta kendilerinin başarılı olacaklarına olan güvenle toplumun kendilerine göstereceği tepkiyi bile hesaba katmadılar. Kendilerince haklı sebepleri vardı ve artık harekete geçme saati gelmişti. Darbe öncesi oluşan cemaat ulusalcı kardeşliği için artık tek engel kendileri idi. En nihayetinde de öyle de oldu. 15 Temmuz’da başlatılan darbe girişimi ulusalcıların bilinçli bir refleksle kendilerini geri çekmeleri sonucunda fiziki olarak fiyaskoyla sonuçlandı. Havada başlayan darbe girişimi karaya ulaşamadan gökyüzünde asılı kaldı. Fiziki açıdan bakıldığında bu darbe girişiminin başarıya ulaşamadığı söylenebilir. Ancak siyasi olarak bakıldığında ve 15 Temmuz’dan sonra Türkiye siyasetindeki yeni eksen kayması göz önüne alındığında, aslında bu darbenin başarıya ulaştığı söylenebilir.
DIŞ SİYASETTEKİ EKSEN KAYMALARI
Arap Baharı öncesi (2004-2009) Türkiye’nin dış siyaset ivmesinin daha çok AB ile olan üyelik müzakereleri sürecine kilitlendiği bilinmektedir. Batı ile olan ilişkilerini güçlendirmek ve büyük tavizler vermek pahasına, AB’ye girmek için çalışan AK Parti iktidarının tek derdi ise, ABD eksenli yeni dış politikaya karşı çıkacak içte ve dıştaki tepkilerin önüne geçmekti. Bir yandan Türkiye’nin dış siyasette, AB ile uyumlu çalıştığı ve istenilen taleplerin yerine getirildiği izlenimi vererek, Avrupa’ya sizinleyiz mesajı verilirken, diğer yandan da iç siyasette oylarını almak için hedefinde bulunan ve AB hayranı olan kesimin güvenini kazanmak istemiştir.
Aynı dönemde ABD’nin hayata geçirmekte olduğu BOP’a hizmet ise dış politikanın omurgasını oluşturmaktaydı. Arap Baharı sürecinin de Türkiye’nin misyonu olan “model ülke” tabiri de tam bu amaca hizmet etmektedir. Batı ile hareket edilerek sözde demokratik sistemler benimsenecek ve bu sayede “ılımlı İslam” zehrini İslam coğrafyasına enjekte edeceklerdi. Ancak, Arap Baharı’nın özellikle Suriye’de Batılı devletlerin isteği dışında gelişmesi bu projeyi sekteye uğratmıştır. ABD ve diğer Batılı kapitalist devletler özellikle Suriye’de tam anlamıyla bozguna uğramışlardır.
Türkiye ise Suriye’deki devrimi yönlendirebilmek için dış politikasında çok agresifli bir politika edinmek durumunda kalmıştır. Bir tarafta ABD’nin isteği olan muhalifleri yönlendirmek için çalışırken, diğer taraftan da Avrupa’nın korkulu rüyası olan mülteci akımı karşısındaki sert tutumu arasında bir siyasi eksen oluşturmak zorunda kalmıştır. Özellikle ABD’nin Cenevre konferanslarının başarısızlığa uğraması ve Suriye olaylarının kontrolü dışına çıkma tehlikesi ile birlikte, Türkiye siyasetindeki eksen kayması diye tabir edilecek birçok gelişme yaşanmıştır. Son düzlemde Türkiye Başbakanı Binali Yıldırım’ın Esat ile görüşebiliriz söylemi ve Fırat Kalkanı operasyonuyla Suriye’ye askerî bir müdahalede bulunması bu agresifliği açıklamaktadır.
ABD’nin Suriye politikasında çuvallamasının ve dolayısı ile bölge müttefikleri konumundaki devletleri sıkıntıya düşürebilecek kadar değişik üsluplar benimsemesinin mutlaka birçok nedeni vardır. Bu nedenlerin en önemli faktörü ise şüphesiz Suriye halkının azmi ve direnişidir. Her türlü kapitalist fikir ve nizamlara karşı durmalarındandır. Aynı zamanda ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin kontrolünde bir devrim istememeleridir. İşte bu istek, hem ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni rafa kaldırmasına hem de ılımlı İslam fikrinden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Suriye devriminin ABD tarafından yönlendirilememesi ise Suriye üzerinde birçok kapitalist devletin birbirleri ile olan rekabetine neden olmaktadır.
Nitekim tek amacı Suriye meselesinde ABD’ye yardım ederek, Avrupa ülkelerinin Ukrayna meselesinden uzak tutmak isteyen Rusya, bu hedefine ulaşmakla birlikte Suriye siyasetinde de devletlerarası duruma etki edebilecek bir pozisyona gelmiştir. Yine Fransa kendi ülkesindeki patlamaların sorumlusu olarak Suriye’yi bahane ederek Suriye siyasetine etki etmek için çalışmaktadır. Almanya ve diğer Batılı ülkeler ise mülteci sorununu bahane ederek Suriye meselesine dâhil olmak istemektedirler.
Tüm bu isteklerin tam ortasındaki ülke ise şüphesiz Türkiye’dir. Nitekim Türkiye’nin Rus uçağı düşürülmesi ile başlayan ve Rusya ile ilişkilerin bozulmasına neden olan asıl faktör de budur. Rusya’nın Suriye politikasındaki alan kazanma mücadelesinin etkisizleştirilmek istenmesidir. Bu konu ile alakalı açıklamalarda bulunan Kremlin'in dış politikasına yön veren isimlerden Uluslararası Avrasya Hareketi Başkanı Aleksander Dugin: “Bu sadece Erdoğan'a karşı değil, aynı zamanda Türkiye ile savaşmak istemeyen Rusya'ya da karşı düzenlenmiş bir provokasyon. Çünkü Rusya Suriye'de etkin bir çalışma gösterdi ve ABD bizi durdurmak istedi.”[5] ifadelerini kullandı.
Mülteci krizinin oluşturulması ve Türkiye üzerinden mültecilerin Avrupa’ya intikallerinin sağlanması da Avrupa devletlerinin Suriye meselesine müdahale etmesini engellemek içindir. Fransa’da terör olaylarının artması ve OHAL yasasının uzaması ise yine ABD’nin Suriye’ye uluslararası koalisyon altında etki etmek isteyen Fransa’nın önüne geçmek için attığı adımlar şeklinde yorumlanabilir.
Yine İngiltere’nin IŞİD bahanesi ile Musul’a askerî operasyon başlatmak istemesi ve Suriye’de çökme aşamasında olan ABD planını pekiştirmek ve yeni bir alan açmak istemesi karşısında, ABD’nin dönemin Türkiye başbakanını görevden alınmasına neden olması ve birinci Musul operasyonunda böylelikle başarısızlığa uğraması da Suriye üzerinde ağır basan ABD politikasının bir göstergesidir.
Ancak tüm bu olayları Türkiye ile olan ilişkileri bağlamında tersten okuduğumuzda gelişen olayların hiç de ABD’nin istediği şeklinde gelişmediğini görebiliriz. Nitekim 15 Temmuz darbe girişimine kadar Türkiye’nin hareket ettiği dış siyaset ekseninin bu darbe girişiminden sonra farklı bir evreye sürüklendiği görülebilir.
Rusya ile yaşanan gerilimleri bitirme çabaları her ne kadar 15 Temmuz olaylarının öncesine dayansa da, somut bir ivme kazanması ve Rusya ile tekrar masaya oturulması bu darbe girişiminin hemen akabinde gerçekleşmiştir. Davutoğlu ve ekibinin uzaklaştırılmasından sonra başlayan süreç 15 Temmuz darbe girişiminden sonra meyvesini verdi denilebilir. Yine aynı dönemlerde Suriye ile başlatılan müzakerelerin askıya alınmasından sonra çözüme(!) yönelik ilk somut adımlar da bu dönemde atıldı. Arkasından Türkiye’nin Fırat Kalkanı operasyonunun IŞİD ile sınırlı olmasından memnuniyet duyan Rusya, bunu bir fırsat bilip Türkiye’nin Şam rejimi ile bir ilişki kurmasına yol açacağından dolayı memnuniyetle karşıladı. Nitekim Interfax haber ajansına konuşan bir Rusya Dışişleri Bakanlığı kaynağı, Ankara'nın Cerablus'taki eylemlerini Şam ile koordine etmesinin önemli olduğunu belirtti.[6]
Rusya’nın Fırat Kalkanı’ndaki kazanımı ise bununla sınırlı değildir. Nitekim Türk Rus ilişkilerinin normalleşmesi, Rusya’ya Suriye’de daha da geniş bir alan kazandırmıştır. İlk etapta Esat üzerindeki baskıların azalıp meselenin IŞİD ile sınırlandırılması, Rusya’nın Suriye’deki katliamlarına sessiz kalınması anlamı taşımaktadır. Şam’ın bekasının uzaması ise Rusya’nın Sovyetlerden kalan mirası üzerinden dünyada uluslararası aktörler arasında birinci ligden geri kalmamaya ve bölgesel ve küresel meselelerde kendi ağırlığını hissettirmeye başlaması açısından önemlidir. Bu açıdan bakıldığında Suriye meselesinin uzaması ve ABD dâhilindeki planların boşa çıkması Rusya için önemli bir fırsattır.
Suriye olaylarına ABD tarafından çözüm üretilememesi ve kuşkusuz diğer Batılı kapitalist devletlerin de işine gelmektedir. ABD ile rekabette olan ve her fırsatta devletlerarası durumunu itibarsızlaştırmak için çalışan başta İngiltere ve Fransa da Türkiye’nin Fırat Kalkanına destek vererek olayların bu şekilde uzamasına çanak tutan devletlerdir. Fransa bir yandan kendisini Suriye politikasının dışına itmek isteyen ABD’yi her fırsatta eleştirerek itibarsızlaştırmak bir yandan da Türkiye’nin Fırat Kalkanına kendi adına yön vererek PKK ve PYD üzerinde taban bulmak istiyor. Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande: “Türkiye, kendisini IŞİD’den korumak için askerî gücünü Suriye topraklarına taşımayı tercih etti. Ancak koalisyon güçleriyle birlikte IŞİD’e karşı mücadele eden Kürtlere yönelik de operasyonlar düzenliyor. Bu çoklu ve çelişkili müdahaleler genel bir hiddete yol açabilir.”[7] açıklaması yaparak Suriye’deki çıkarlarının kimler üzerine kurulu olduğunu da göstermiş oldu.
İngiltere’ye gelince; Irak işgalinde Amerika’ya kaptırdığı sömürgesi üzerinde halen etkili bir siyaset izlediği görülmektedir. Özellikle Barzani üzerindeki etkinliği ile her daim Irak meselesinde rol almaya çalışmaktadır. Nitekim Suriye olaylarında ABD’nin çözüme yaklaştığı dönemde birinci Musul harekâtını gündeme getirmiş, ancak merkezi hükümetin özellikle Türkiye bahanesi ile eleştirilmesi ve dolayısı ile Amerika’nın operasyona destek vermemesi ile birlikte başarısız olmuştu. Ancak ilginç bir şekilde Türkiye’deki darbe girişiminden faydalanması ile birlikte Musul operasyonunu tekrar gündeme getirmiştir. Musul operasyonundaki kasıt ise; yine IŞİD ile mücadele adı altına Barzani’ye alan açılması demektir. Böylelikle İngiltere, Suriye’de bataklığa düşmüş ABD’yi daha da köşe sıkıştırarak Irak’taki dengelerle oynamak istemektedir. Bu arada Irak merkezi hükümeti ile Türkiye arasındaki tansiyonun aratması ise, aradığı fırsatı bulması noktasında önemli bir argümandır.
Neticede ABD’de yaklaşan seçimlerin bir fırsata dönüşmesi ile ideolojik olan devletlerin kendi aralarındaki çıkar savaşları da daha da belirginleşmiş durumdadır. İdeolojik olmayan tâbi ve uydu pozisyondaki devletçikler ise, bu çatışmanın en büyük sıkıntısını çekmek zorunda kalmaktalar. Bu çekişmelerin uluslararası çatışmayı etkileyen faktörler olduğu unutulmamalıdır. Nitekim ABD’nin koltuğu hiç olmadığı kadar sallantıdadır. Bölge ülkeleri ve diğer kapitalist devletler de buna göre şekil alıp konumlarını belirlemektedirler. Bugün Ortadoğu ayağında gelişen bu olayların faturasını maalesef uydu devlet konumunda olan ve halkı Müslüman ancak yöneticileri hain olan toplumlar ödemektedir.
Türkiye ise bu uluslararası çekişmelerin tam ortasında olması nedeni ile en çok zarara uğrayan ülkelerden bir tanesidir. Dış politikadaki bu kadar eksen kaymasının başka bir izahı da zaten olamaz. Birilerinin çıkarlarını yerine getirmek için bu denli siyasi şahsiyetsizliğe sebebiyet vermeleri ise, menfaatlerinin ve koltuklarının derdinden başkası için değildir. Eğer söylemleri kadar icraatları da büyük olsaydı; 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Suriye’ye değil, suçladıkları Amerika ve İngiltere’ye operasyon düzenlerlerdi. Velhasıl ipi dışarıda kendisi içeride olan bu yöneticilerin çıkan her problemde işi zamana yaymaları ve uluslararası konjonktürü bahane etmeleri aslında yaptıkları kirli ve gizli ittifakı artık deşifre eder hale gelmiştir.
[1]http://www.bbc.com/turkce/basinozeti/2015/05/150528_basin_ozeti
[2]http://www.star.com.tr/yazar/15-temmuz-bir-uyuyan-hucre-girisimidir-yazi-1126070/
[3]http://haberseyret.com/mobil/yazi/669/15-temmuz-heraklit-darbesi
[4]http://odatv.com/akp-icindeki-uyuyan-hucreler-0202161200.html
[5]http://www.anadoluturkhaber.com/TR/Detail/Lavrov-Ankaraya-Geliyor/14401
[6]http://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/396922.aspx
[7] http://haberdekisesiniz.com/haber/31240/hollandedan-firat-kalkani-elestirisi-kurtlere-operasyon-gerginligi-artirir.html