Günümüz Türkiye’sinde yaşanan Kemalizm’in zulümleri üzerinden bugüne dair bir analiz, zulüm bağlamında -dozaj farklılığı olmasına rağmen- Müslümanlar açısından çok da bir şeyin değişmemiş olduğu görülecektir. Mustafa Kemal’in İngilizlerin desteği ve isteği üzerine kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti Kemalist kişi, kurum ve kuruluşların omuzları üzerinde koruyup kollanmaktadır. Müslüman halk, kendilerine ait olmayan bu sistemi ilk günden itibaren benimsememişler ve bu tutumlarına karşılık olarak da sistemin çok çeşitli zulümlerine maruz kalmıştır. Bu minvalde; birçok âlim, mütefekkir İstiklal Mahkemelerinde idam edilmiş, kılık-kıyafetinden alfabesine kadar halkın hayata bakışına etki edecek neredeyse tüm unsurlarına müdahale edilmiştir. Böylece gelen yeni neslin duygu ve düşüncelerinin bozulması için bu Kemalist zevatça yapılan kültürel değişimlere baskı ve zulümler eşlik etmiştir.
Bu baskı unsurlarının istenen neticeyi vermemesi hâlinde de, kimi sistem hocaları ve liderler eliyle Müslümanlar, sisteme entegre edilmeye çalışılmıştır. Nitekim bu çevreler, kendi kalıplarına uyan bir sahte İslâm profilini Müslümanlara dayatmayı başardılar. Öte yandan bu çelişkili durumu kabul etmeyen ve bu tutumlarından dolayı toplum içerisinde zorlanan muhlis Müslüman bir kesim de her daim var olmuştur. Ancak halkın ekseriyetinin kandırılmaya müsait bir konumda olduğu da bir gerçektir. Bu kandırılmış Müslümanların içinde bulunduğu durumu Ateist Yazar Aziz Nesin özlü bir şekilde ifade etmiştir:
“Hiçbir Müslüman Atatürk’ü sevmez. Niye sevsin ki? Yaptığı hiçbir şey İslâm’ın lehine değildir. Eğer bir Müslüman hem Atatürk’ü seviyor hem de Müslümansa; ya ahmaktır ya sahtekâr ya da cahildir.” [Hürriyet Gazetesi, 13 Ocak 1993] “Laik olmanın birçok koşulu vardır ama başat koşul; din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ayrı olmasıdır. Müslüman olmanın da birçok koşulu vardır. Ama Müslümanlığın başat koşulu; Allah’ın kelamı olan Kur’an’a inanmak, iman etmektir. Yani bu, din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ayrı olmamasıdır. Bütün yasalar ve anayasalar zamanla değişir ama İslâm’ın anayasası olan Kur’an değişmez ve bu anayasaya (Kur’an’a) göre, dünya işleriyle din işleri birbirinden ayrılamaz. Çünkü Kur’an, hem bu dünyanın hem öbür dünyanın değişmez kurallarını, yasalarını koymuştur. Müslümanlıkla laiklik arasındaki en büyük çelişki de buradadır. Hem Müslüman hem laik olunamaz. Bu yüzden laikliği kabul etmeyen, hatta laikliğe düşman olan gerçek Müslümanlar, kendi açılarından kesin haklıdırlar.” [Kitap: Bir Tutam Aydınlık, sayfa: 44-45]
Nitekim -sözde- İslâmcı, muhafazakâr kesim, bu sistemin bünyesinde yarı Müslüman-yarı laik, yarı muhafazakâr-yarı demokrat gibi çelişkili bir durumda varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Yani Batı hayranı ve bilhassa İngiliz muhibbi Mustafa Kemal’in, -kâmil manada olmasa da- son şer’î devlet Osmanlı Hilâfet Devleti’ni ilga etmesi, aslında onun kim olduğunu ve kime hizmet ettiğini ortaya koyan önemli bir işaretti. Lakin buna rağmen günümüzde kimileri hâlâ Kemalizm üzerinden birilerine şirin görünmeye çalışıyor; Kemalistlerden daha ziyade bir Kemalizm vurgusunu siyasetinin merkezine alıyor. Büyük âlim şehit Seyyid Kutub, Fîzilali’l Kur’an tefsirinde bu ikircikli duruma dikkat çekmiş ve şöyle demiştir:
“Tek yol, içindeki bütün özellikleri ile cahiliyeden ayrılmak ve bütün özellikleri ile İslâm’a göç etmektir.
Bu konuda atılacak ilk adım davetçinin cahiliye sisteminden farklı olduğunu ortaya koyması ve ondan tamamen ayrı olduğunun bilincinde olmasıdır. Düşüncede, sistemde ve uygulamada tamamen ayrı. Bu, ortak noktalarda buluşmaya asla müsaade etmeyen bir ayrılıktır. Yardımlaşmayı imkânsız kılan bir farklılıktır. Ne zaman cahiliye taraftarları bütünü ile cahiliyeden İslâm’a geçerlerse o zaman sona erer.
Yama yapmak yok. Orta yolda çözüm arama yok. Yolun ortasında buluşma yok. Cahiliye istediği kadar İslâm kılığına bürünsün, istediği kadar İslâm’ın adını kullansın.” [Fizilal’il Kur’an, Kafirun Tefsiri]
Mustafa Kemal’in çelişken tavırları birinci Meclis açılışında bazı Müslüman kesimleri aldatsa da ikinci Meclis’in açılması ve ardından İngilizlerin Lozan’da dayattığı şartların uygulanmasıyla birlikte, M. Kemal’in durduğu nokta, tüm kesimler açısından şüpheye mahal vermeyecek bir mahiyet arz etmekteydi.
Nitekim M. Kemal birinci Meclis’in açılışından iki gün önce 21 Nisan 1920 tarihinde henüz bir günlük meclis başkanı iken tüm dünyaya şu bildiri ile sesleniyordu:
"1- Tanrının lütfuyla Nisanın 23’üncü Cuma günü, cuma namazından sonra, Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.
2- Vatanın istiklâli, yüce Hilâfet ve Saltanat makamının kurtarılması gibi en önemli ve hayati görevleri yapacak olan Büyük Millet Meclisi’nin açılış gününü cumaya rastlatmakla, o günün kutsallığından yararlanılacak ve bütün sayın milletvekilleriyle Hacı Bayram Velî Câmi-i Şerifinde cuma namazı kılınarak Kur’an’ın ve namazın nurlarından da feyz alınacaktır. Namazdan sonra, Sakal-ı Şerif ve Sancâk-ı Şerif alınarak Meclisin toplanacağı yere gidilecektir.
Meclise girmeden önce bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir. Bu merasimde Câmi-i Şeriften başlayarak Meclis binasına kadar Kolordu Komutanlığı’nca askerî birliklerle özel tören düzeni alınacaktır.” [atam.gov.tr]
Mezkûr duyguları dile getirerek meclis üyelerini ve halkı aldatan Mustafa Kemal, İngilizlerin Lozan’da dayattıkları şartlar için bu meclisin “biraz fazla İslâm’a düşkün” olduklarını görünce çareyi Birinci Meclisi dağıtmakta gördü. Bu sebeple Hilâfet’in ilgasının tapu senedi olan Lozan antlaşmasının hayat bulabilmesi için Mustafa Kemal 1 Nisan 1923 tarihinde “milletvekillerinin yenilenmesi” bahanesi ile yeni seçim kararı alarak birinci Meclisi feshetti. Birinci Mecliste görev alan milletvekillerinin önemli bir bölümü, bir daha aday olmadı ve yaşadıkları yerlere döndüler. Mustafa Kemal’in kararlarına karşı çıkanlara ise çok ciddi tehditler yapıldı. “İhtimal bazı kelleler gidecektir!” ifadesi bunların en meşhurlarındandır:
“Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milleti’nin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu musallat olmalarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan; millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmıyacak mıyız? Meselesi değildir. Mesele zaten olupbitti haline gelmiş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” [1922, Nutuk II, s. 691]
Ardından 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan antlaşmasını imzalaması için Mustafa Kemal, İsmet İnönü’yü Lozan’a gönderdi. “Savaşı kazanan Türkiye” adına İsmet İnönü konferansta açılış konuşması yaparken sarf ettiği şu sözler dikkat çekicidir: “Bütün medeni ülkeler gibi hürriyet ve istiklal istiyoruz.”
Mustafa Kemal’in kukla milletvekilleri ile oluşturduğu ikinci Meclis, 14 Ağustos 1923 tarihinde Lozan antlaşmasını tartışmaya açtı ve 23 Ağustos’ta Lozan antlaşması onaylandı. Ardından iki ay sonra, 29 Ekim 1923’te “cumhuriyet” ilan edildi. Cumhuriyetin ilanı ile Mustafa Kemal de “ilk Cumhurbaşkanı” oldu.
Sıra, Lozan antlaşmasının bir diğer şartı olan Hilâfet’in ilgasına geldi. Hindistan’daki Müslümanlardan gelen mektupta geçen “… halifeliğin tasfiye edilmesi, İslâm dünyasının parçalanması anlamına gelecektir” gibi ifadelerin “Türkiye Cumhuriyetinin içişlerine müdahale” olarak değerlendirilmesi, Halife Abdülmecid Efendi’nin bütçeden kendisine ayrılan ödeneğin arttırılmasını istemesi ve ayrıca İstanbul’a gelen resmî heyetlerin kendisini (halifeyi) de ziyaret etmesini istemesi gibi nedenler bahane edilerek; Urfa milletvekili Şeyh Saffet Efendi’nin “Hilâfetin kaldırılmasına dair 12 maddelik bir kanun teklifi”ni meclise sunması ve ardından 3 Mart 1924 tarihinde yapılan oylama sonucu kabul edilen kanunla Halifelik resmen kaldırılmıştır. [haberturk.com, 10 Kasım 2022]
Görüldüğü üzere cumhuriyetin ikamesi ve Hilâfet’in ilgası M. Kemal ve arkadaşları tarafından ve tabii ki İngilizlerin himaye ve desteğiyle bir oldubittiye getirilmiştir. İşte bu şekilde kurulan ve tamamen İslâm ile çelişen bu devlet, Batılı ideolojik zihniyet temelinde ve Kemalist kolonlar üzerinde varlığını sürdürmektedir. Cumhuriyet rejimi ve Kemalist anlayış adeta etle tırnak mesabesindedir. 20 yıllık AK Parti iktidarı bile Kemalist söylemleri yedeğine almadan İngilizci yapının sinir uçlarına dokunamamıştır.
Kaldı ki AK Parti de Türkiyeli Müslümanlar için izzet ve şerefin değil oportünist anlayışın, menfaatçi ve ikiyüzlü siyasetin bir temsilcisi olmaktan öteye gidememiştir. O hâlde İslâmi bir değişim dert ve çabası içinde olan Müslümanların şunu idrak etmesi gerekmektedir: Değil yirmi, kırk yıl da iktidarda olunsa bu iktidar, hakkın/hakikatin iktidarı değil batılın, Kemalizm’in iktidarı olacaktır.
Hepimizin malumu olduğu üzere bataklığı kurutmadan, sineklerden kurtulmak mümkün değil. Aslında bu kadar net ve basit olan kıstas, sistemin taşeronları tarafından çok sinsi bir şekilde taşındığı/savunulduğu sürece, Müslümanların hakikati görmeleri maalesef kolay değil.