Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem,
Rabbimizin gösterdiği metodla Medine’de İslâm Devleti’ni kurmuş ve vefatına
kadar bu devletin başkanı olmuştu. O’nun vefatından sonra devlet başkanı olarak
yerine Ebu Bekir RadiyAllahu Anh
halef olarak seçildi ve Müslümanların ilk halifesi oldu. Ebu Bekir RadiyAllahu Anh, on dört asır boyunca
hüküm süren Hilâfet Devleti’nin ilk halkasını oluştururken, Sultan Mehmet
Vahdeddin Han ise son halkasını oluşturdu. Son Halife Vahdeddin Han aleyhine
çok şeyler söylendi ve yazıldı. Kemalist ideolojinin tarafgir ve kindar olan
tarih kitaplarında yıllarca, Sultan Vahdeddin’in bir hain olduğu ve ülkeden
kaçarken hazineyi boşalttığı yalanı bir hakikat gibi okutuldu, körpe dimağlara
dayatıldı. Şairin dediği gibi oldu ve “gelenin hatrı için geçmişe sövüldü!”
Sultan
Vahdeddin, Saltanat ve Hilâfet’in ayrılmasının hemen akabinde 17 Kasım 1922’de
ülkeden ayrıldı. Bunun üzerine vatan haini ilan edilmiş ve kendisi hakkında
acımasız bir infaz kampanyası başlatılmıştı. İdam mahkûmlarına dahi tanınan son
söz hakkı kendisine verilmemiş ve kendisini savunacak bir ortamı hiçbir zaman
olmamıştı. Zira kurulan gizli tezgâh önce onu memleketten göndermeyi, sonra da
Hilâfet’in ilgasına zemin hazırlamayı amaçlıyordu.
Saltanatın
ilgası ve Sultan Vahdettin’in ülke dışına çıkarılmasından sonra meclis,
Abdülmecid Efendi’yi hiçbir yetkisi ve otoritesi olmayan bir “Halife” olarak
görevlendirdi. Bu nedenle son Halife kim sorusu daima tartışmalı oldu.
Hilâfet’in
kaldırılışının 91. sene-i devriyesine yaklaştığımız şu günlerde, son Halife
Sultan Vahdeddin aleyhinde söylenen sözlerin mesnetsiz olduğunu göstermek adına
sürgün günlerinde kaleme aldığı, aslı 50 sayfadan oluşan Beyanname-i
Hümayunu’nun bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedim. İlgililer için belirteyim
ki bu beyannamenin esas müsveddesi Şeyh-ul İslâm Mustafa Sabri Efendinin
hatıralarında mevcuttur. Orijinali ise oğlu İbrahim Sabri Bey’in
İskenderiye’deki kütüphanesinde mahfuzdur.
“Bismillahirrahmanirrahim.
Alevlenişinin
başlangıcında devletimizin iştirakine katiyen rıza göstermediğim ve bütün
müddeti devamınca elimde bulunan bil cümle vasıtalarla tahribat ve zararını
engellemeye çalıştığım 1. Dünya Harbi’nin feci akıbetleri tamamıyla kendini
göstermeye başladığı bir zamanda, kardeşimin esef verici vefatı vuku bularak
Osmanlı anayasası gereği ehli hal vel akd biati neticesi Hilâfet makamına
gelmiştim. O günler göz önüne getirilirse, hükümdarlık makamını kabul ettiğim
zaman beni karşılayan müşkülatın derecesi ve azameti takdir olunacaktır.
Bilahare cephelerimizin
sırasıyla sükût kalması ve galip gelme ümidi olmayan harbin devam etmesi,
ayrıca devleti korumak ve gereklerini tatbik etmek maksadıyla 1908’den beri
idaremizin başına yerleşmiş bulunan İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden
ifrat ediciler mevcuttu. Bunların nüfuzlu kısmının harpten istifade ederek
memleket içerisinde kıymet verdiği yağma, vurgunculuk ve anlaşılmaz maksatlarla
yer yer vuku bulan günlük yangınlar sebebiyle, başşehirden hudutların sonuna
kadar memleketin her noktasında milletin varlığı bitmekte ve dehşet verici bir
şekilde heder olup gitmekte idi.
Bu facialar karşısında
yapılacak hedef ve gaye, tatbiki sulh ve barışın sağlanmasından başka bir şey
olamazdı. Bu maksadın yerine getirilmesi için hiç bir gecikme caiz görülmemiş
ve mümkün olan her çareye başvurulmuştur.
Fakat harbin devamından
menfaat sağlayan, memleketimizdeki hukuk idaresine ve salahiyetine dalma
tecavüzüne alışmış olan zamanın hükümeti ile bu hükümetin etrafında oluşan
ihanet şebekesi, bizim çalışmamızın verimli olmasına mani olarak tek başına
sulh müzakerelerine girişti. Bizim elde edeceğimiz menfaatlere, müsait şartlara
ve muhterem milletin mazlum kanının sebepsiz yere heder olmaktan koruyacak bir
imkân bırakmadı. Harp bedbaht olan “Mondros” mütarekesinin imzalanmasına kadar
bütün dehşetiyle devam etti…
Asayiş meselesi vesile
kılınarak lüzum görülen herhangi bir bölgenin işgali, hak ve yetkinin İtilaf
Devletlerine verilmesi ve özel maddesiyle Adana, Musul, Antalya, İstanbul ve
İzmir işgalleri, sonraki bütün felaketlerin kaynağı ve mastarı, Mondros
mütarekesinin akd ve imzası nedeniyle vuku bulmuştur. Böyle olduğu halde İzmir’in işgali
dolayısıyla beni suçlamaya cüret edenlerin nokta-i nazarına göre adı geçen
işgallere sebep olan Mondros mütarekesine bil fiil katılan Rauf, Fethi ve
askeriyenin böylesi durumu ile devleti böyle bir acim mecburiyete düşürmekle
cidden mesuliyette bulunan Mustafa Kemal’in mesul ve suçlanır olması lüzum
gelir.
Zira bu anlaşmanın
imzasından ve gerek ondan sonraki bütün meselelerde anayasa gereğince
mesuliyeti olmayan hükümdarlık makamı için, mesul hükümetin maruzatını tasdik
lüzumu gibi itirazı mümkün olmayan bir sebeptir. Böyle olduğu halde, ne kendi yazısı ve imzası
olduğu halde anlaşmanın tatbiki demek olan felaketlere öncülük yapma küstahlığını
gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli başlı mevcut kuvvetlerinin büyük
bir kısmını esir vererek zilletle Toros eteklerine iltica etmesi yüzünden
anlaşma akdini kaçınılmaz hale getiren Mustafa Kemal için hiç bir mazeret kabul
edilemez. İşte Osmanlı tahtına oturuşumdan sonra ilk siyasi adımı teşkil eden
mütarekeye kadar cereyan eden hadiselerin karşısındaki durumum budur.
Mütarekeden sonraki
yaptığım iş ise, geri alınması mümkün olmayacak bir adım atmaktan çekinme ile
beraber, bir taraftan içte makul ve akla uygun bir şekilde iyileştirmek ve
icraata sıcaklık vermek, bir taraftan da dışta siyasi teşebbüslere devam etmek
suretiyle aleyhimizdeki umumi kinin bertaraf olacağı müsait zamanlara
geçebilmek için vakit kazanmaktan ibaret idi. İzmir’in işgali hadisesinin
karşısında kabul ve takip ettiğim iş ve gayem de bundan başka bir şey değildi.
Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icar olunacağı bildirilen bu işgal, üç
büyük devletin kati ve ani kararına istinat etmekte olduğu gibi, bu vakıanın
bize tebliği de doğrudan doğruya işaret ettiğim üç devlet tarafından vuku
bulduğu sebeple mesele büyük devletler meselesi şeklinde tecelli etmiş idi…
Ondan evvel bu mesele
büyük ve galip devletlerce birlikte kabul olunmuş ve bu kati kararın tebliği
mahiyetinde bulunduğu cihetle hakkımızdaki genel kinin ortadan kalkmasını
bekleyerek siyasi teşebbüsü kâfi gördüğü gibi, işgalin geçici durumu da
yukarıda adı geçen işi de pekiştirir görünüyordu. Mesele Yunan meselesi halini
aldıktan sonra savaşta mağlup olmamak şartıyla karşılık vermeye ben de taraftar
idim. Nitekim bu düşünce ile Kuvva-i Milliye’ye taraftar görünen bir takım
kabineleri de iktidar mevkiine getirdim.
Bunun en açık delili,
Tevfik Paşa kabinesini iki seneyi aşkın iktidar da tutmamdır ki, makamım ve
şahsım hakkındaki kötü niyetleri bariz olan Mustafa Kemalcilerin, Tevfik Paşa
kabinesindeki İstanbul’da nüfuz sahibi olacaklarını bildiğim halde onlara müsaade
ettim.
Ankara ile İstanbul
arasındaki ikiliğin ortadan kaldırılması için fedakârlıktan geri durmamakla
beraber, Hilâfet’in Saltanat’tan ayrılması ve başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya
nakli hakkındaki karar ve düşüncelerine asla rıza göstermedim.
Rıza göstermeyişimin
nedenlerinden birincisi; İslâm Uleması bilirler ki Şer-i şerife (Temiz Şeriata)
katiyen uymayan ve yerinde bulunduğum Resulü zişan efendimiz hazretlerinin
hukukundan vazgeçmek demek olduğundan, benim salahiyetim dışında ve bu konuda
hüküm verme yetkisi şer’an caiz olmayan Hilâfet’in Saltanat’tan ayrılmasını
asla kabul edemezdim.
İkincisi ise; İstanbul'un
başkentlikten çıkarılıp Anadolu’ya nakli demek, İstanbul’un manen komünist
Ruslara teslimi ile Hilâfet’i İstanbul gibi siyasi ve tarihÎ konumundan
çıkarmak demektir ki, bu kabul edilemez ve imkânsız bir durum idi. Bu ifrat
edici ve delice arzularına tâbi olmadığım için, beni vatan hainliği ile
suçladılar. Her akıl ve izan sahibinin bilmesi lazım gelir ki, dünyanın en yüce
görevi ve makamı olan Hilâfet makamını fiilen ve hukuken elinde bulunduran bir
hükümdarı, vatan hainliği gibi çirkin bir suça sevk edecek hiç bir amel ve
istek olamaz. Ben makamların en yücesi olan Hilâfet makamını korumak için
tahtımdan ve vatanımdan ayrı kalmayı bile göze aldım…
Şu kadar ki, o devrelerde
Mustafa Kemal tâbi olduğu devlete itaat dairesinden çıkmış ve Anadolu’da birçok
aksakallı müftülere varıncaya kadar asıp kesmek gibi zalimliğiyle milli
vazifeler hududuna tecavüz ederek, milletin başına tahammül olunmaz bir bela
kesilmiş idi.
Tıpkı İzmir hadisesi gibi,
Sevr anlaşmasına ait devletlerin teklifi Yunanistan’da siyasi durumun
değişikliğinden ve devletlerin aleyhimizdeki şiddetli ittifaklara halel
gelmeden öncelikli olarak ve hiç değişiklik yapmadan yirmi dört saat zarfında
tamamen kabul veya reddiyle ilgili baskı ve tehditleri ihtiva ettiği sebeple
gayet nazik ve tehlikeli bir şekilde vuku bulmuş idi. Bununla beraber ben, Sevr
anlaşmasını katiyetle tasdik etmedim.
Meselenin katileşmesi,
mebusan meclisinin kabulünden sonraki tasdikime bağlı olduğunu ve adil olarak
telif olunmayacak surette gayri tabii olan böyle bir anlaşmanın devam ve
tekerrür edemeyeceğini bildiğimden, hakkımızın anlaşılması için uygun zamanın
gelmesine kadar vakit kazanmak yolunda devam ile anlaşmanın hükümetçe kabulüne
taraftar göründüm.
Mondros anlaşması, İzmir
hadisesi, Sevr anlaşması gibi müstesna bir dikkatle bakıp telakki ettiğim
vakıalardan sonra, gelen meselelerde sisteminin icabetine hareketlerimi
uydurdum. Bu sebeple muhtelif ve farklı görüşlerin içtihatlarına uydum. Mustafa
Kemal’i Anadolu’ya gönderen ve bilahare tâbi olduğu devleti tanımadığı için
ibret olacak şekilde ders vermek amacıyla askeri kuvvete sevkine lüzum gösteren
kabinelere uyarak, mesul hükümet ile hükümdarlık makamının karşılıklı
münasebetlerine ait sistemin gereklerinden ayrılmamak arzusu ile bazı siyasi
zaruriyetlere amil oldum. Bundan başka gerek kabine değişikliklerinde, gerekse
diğer icraatlarımda şahsi hislerimden değil, daima kamuoyunun görüşleri veyahut
karşı koyma imkânı olmayan diğer gelişmeler olmuştur.
Ceddim Osman Gazi’den,
Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlı Devleti namıyla Türk saltanatı var idi.
Yavuz Sultan Selim’den sonra ise bu saltanat Hilâfet saltanatına dönüşmüştür.
Şimdi bana haksız olarak vatan haini diyenler, Hilâfet’i hukuk ve nüfuzdan
soyutlayarak bu Saltanat-ı Muhammedi’ye-i yıkmışlar ve yalnız kendi
milletlerine değil bütün İslâm âlemine hainlik etmişlerdir. Ben devleti
tehlikeden kurtarmak için 1. Dünya Savaşı’na katılmamızdaki deliliğin acısını tattıktan
sonra, temkinli ve ihtiyatlı davranışlarımı bana karşı cephe alanlar
korkaklıkla itham ettiler. Böyle davranışımın asıl nedeni vakit
kazanmaktı. Hatta Hilâfet’in kurtuluşu
için canımı bile feda etmeye hazır idim. Böylece Hilâfet Devleti kazanacak ve
ben şahsen kaybedecektim, yani ölecektim. Hâlbuki bugün devleti ve milleti
kurtarmakla övünen ve övülenler, hem devleti kaybettirdikleri gibi, hem de
İslâm gücünü kaybettirdiler.
Eğer benim İslâm’ın gücü
olan Hilâfet’in kaldırılışına dair bir hatam var ise; -bazı şahsiyetler hariç-
bütün bakanlar, âlimler ve memleketin ileri gelenleri tarafından ses
çıkarılmayacağını düşünmemem ve bazı ucuz menfaatler karşılığında gizli ve
aşikâr bir şekilde hainlere yardım edileceğine ihtimal vermememdir. Devletin ölüm
ve kalımıyla herkesten ziyade alakadar olması gereken münevver milletimin, bu
derece duyarsız kalacağına dair ihtimal vermememdir. Hüsnü zannımdan ileri
gelen bu hatamı itiraf ederim.
Son söz olarak şurasını
beyan ederim ki, Hilâfet meselesi, yukarıda izah ettiğim gibi devletin üzerine
oynanan oyunlardan bihaber olarak aldatılmış olan beş altı milyonluk Türk
kavminin salahiyeti dâhilinde olmayıp, üç yüz milyonluk İslâm âleminin tamamını
ilgilendiren yüce bir meseledir.
Bu İstanbul’dan
ayrılışımdan sonraki ilk beyannamemdir. Hidayete tâbi olanlara selam olsun.
Mehmet Vahdeddin Bin
Sultan Abdülmecid Han.”
Görünen
odur ki Hilâfet’in ehemmiyetine dair ilk Halife’den son Halife’ye kadar on dört
asır boyunca bir mana erozyonu yaşanmamıştır. Zira Hilâfet, birilerinin dediği
gibi zamana ve mekâna göre değişebilen yani tercihe bağlı bir yönetim şekli
değil, şer’î delillerle ispat edilen bir farziyettir ki bu farzların tacıdır.
Ayrıca farklı milletlerden, farklı kültürlerden ve farklı tarihlerden gelmiş
olmalarına rağmen, İslâm Ümmeti’ni oluşturan Müslümanların büyük çoğunluğunun
üzerinde ittifak etmeleri ve onun muadili olacak başka bir yönetim şekli
arayışına dahi girmemeleri de, Hilâfet’in dinin bir gereği olduğuna
inandıklarını göstermektedir. Eğer ki Hilâfet tercihe bağlı bir yönetim şekli
olsa idi, bu kadar uzun bir sürede muhakkak ki başka tercihlere tevessül
edenler olacaktı. Son Halife Vahdeddin’in ifadelerinden de anlaşılacağı gibi,
ilk halifeden son halifeye kadar Hilâfet makamının önemi hususunda bir farklılık
olmadığı ve İslâm’ın bir hükmü olarak kıyamete kadar olmayacağı da ortadadır.