Sömürgeci Devletler Arasındaki Çatışmaların Labirentinde Lübnan’ın Geleceği
03 Eylül 2020

Sömürgeci Devletler Arasındaki Çatışmaların Labirentinde Lübnan’ın Geleceği

Bir önceki yazımızda, Beyrut Limanında gerçekleşen patlamaya ilişkin, işin aslını hiçbir zaman öğrenemeyeceğimizin altını çizerek, bir takım senaryoları değerlendirmiştik. İnsanların geneli bu tür olaylarda, hızlı ve kolay cevaplara yönelirler. Ne olayın meydana geldiği ülkenin siyasi durumu, bölgesindeki konumu ve ne de meselenin devletlerarası boyutuyla ilgili detaylara vakıf olamadıklarından, sadece olayın fiilî olarak nasıl gerçekleştiğiyle ilgilenirler. Gerçek şu ki; Beyrut’ta meydana gelen patlama, sıradan bir olay değildir. Sadece Lübnan topraklarını ilgilendiren bölgesel ve küresel hesaplardan kopuk bir olay da değildir. Dolayısıyla Lübnan’da bu patlama sonrası sürece ilişkin kestirimde bulunmak için de yerel, bölgesel ve küresel şartların göz önünde bulundurulması elzemdir. Bunun yanında Lübnan’ın mevcut siyasi yapısının da irdelenmesi gerekir. Ancak bu şekilde Lübnan’ı ileride nelerin beklediği hakkında birtakım öngörülerde bulunabiliriz.

Başlangıç olarak Lübnan, Sykes-Picot antlaşmasıyla dönemin önde gelen sömürgeci devletleri olan İngiltere ve Fransa arasında paylaşılan topraklarımızdan koparılan bir parçamızdır. Hatta Beyrut, bu anlaşmaya gelene kadar, 1800’lerin ortalarından beri yani Yahudi varlığı “İsrail”den de önce Batı’nın ileri karakolu olarak tasarlanmış, sonrasında misyonerlik faaliyetlerinin başlangıç noktası, İslâmi Ümmeti saptıran fikirlerin ve her türlü fuhşiyatın yayıldığı bir merkez hâline getirilmiştir. 1 Eylül 1920 yılında Fransız İşgal Güçleri Komutanının “Büyük Lübnan Devleti”nin kuruluşunu ilan edip 1926 yılında da Fransız anayasa müsveddesinden türetilmiş; yönetimi, çoğunluğu göz ardı ederek azınlık bir taifeye veren bir anayasayla Lübnan, 1943 yılına kadar Fransız manda yönetimi altında kaldıktan sonra, bayrağını dahi Fransızların tasarladığı sözde bağımsızlığa geçiş yaptı.

Nitekim sömürgeci devletlerin, kendilerine vekâlet edecek uşak yöneticileri yerlerine bırakarak verdikleri -sözde- bağımsızlıklar sonrası da beldelerimiz, sömürgeci devletlerin istihbarat servislerinin cirit attığı topraklara dönüşmüş durumdadır. Akdeniz’i Orta Doğu’ya bağlayan ve Asya ile Afrika kıtalarının geçiş noktasında yer alan Lübnan da, jeo-stratejik konumu nedeniyle sömürgeci devletlerin çatışma alanlarından biridir.

Bilhassa İkinci Dünya Savaşı sonrası devletlerarası arenaya birinci devlet olarak hızla giren ABD, ülkelere hegemonyasını kurmada satın alma üslubunu geliştirmiştir. Satın alarak devşirdiği yerli siyasi uzantılarının yapageldiği her türlü yolsuzluğa, çıkarlarına uyduğu sürece göz yumarak, gerektiğinde bir kurtarıcı edasıyla beldelerimize doğrudan ya da dolaylı müdahalelerine hazır hâle getirmiştir. İşte bu, Amerikan üslubudur. İplerini eline aldığı fasit yöneticiler, ABD’nin yerel ya da bölgesel oyuncakları konumundadır. Sömürgecilere vekâlet eden İslâmi ümmetin başında bulunan yöneticiler, hüküm sürdükleri topraklarımızın yeraltı, yerüstü zenginliklerini efendilerine altın tepside sundukları gibi, uşaklıklarının hediyesi olarak da, kendi malları gibi halkın malını çalıp çırparak, rüşvet ve her türlü yolsuzluklarla kendileri için devasa servetler edinmişlerdir.

Her sömürgeci devletin beldelerimizde siyasi uzantıları olduğu gibi, bu siyasi uzantıların da kendi aralarında efendilerinin ve kendi çıkarlarının devamı için sürtüşme, çekişme ve çatışmaları hâlen sürmektedir. Beldelerimizdeki bu fasit siyasi tabaka, ümmetin evlatlarını sıradan, ucuz, bayağı ve değersiz, slogan ve yöntemlerle kendilerine inanmaya hazır, doğal destekçileri/holigan seviyesinde taraftarları hâline getirmişlerdir.

Lübnan’da meydana gelenler, bir tarafta Amerika, diğer tarafta ise alenen Fransa ve perde arkasından İngiltere arasında cereyan eden sıcak bir çatışmadan ibarettir:

Amerika, Lübnan’da -özellikle 1989 et-Tâif Antlaşması’ndan bugüne- süregelen nüfuzunu sürdürmeye ve bu nüfuzunu, Suriye Ordusu’nun çekilmesinden sonra da azalmaksızın olduğu gibi korumaya çalışmaktadır. Nitekim Fransa ve İngiltere, Refik el-Hariri suikastını fırsat bilerek, Amerikan nüfuzunu çıkarıp yerine geçmeye yönelik, ABD ve uzantıları üzerinde baskı kurarak, Suriye Ordusu’nun Lübnan’dan çıkmasını sağlamıştır. Şimdi de başta Fransa olmak üzere örtülü olarak İngiltere, son bir yıldır iflas etmiş olan ekonomiye yönelik Lübnan halkının mevcut siyasi tabakaya kızgınlığını kendileri adına fırsata çevirmeye çalışırken, Beyrut Limanı’nda yaşanan patlamayla asıl altın fırsat önlerine düşmüş oldu.

Nitekim 27 Ağustos 2020 tarihinde Euronews’te yayınlanan bir haberde, patlamanın hemen ardından eski sömürgeci küstahlığıyla Lübnan’ı ziyaret eden Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Lübnanlı siyasilere Fransa’nın Lübnan büyükelçisi vasıtasıyla iki sayfalık “dış yardımların önünü açmak ve ülkeyi ekonomik çöküş de dâhil olmak üzere çok sayıda krizden kurtarmak için gereken siyasi ve mali reformları içeren bir yol haritası” ilettiği bilgisi yer aldı. Söz konusu yol haritasında Lübnan’a mali yardım yapılabilmesi için, erken seçim de dâhil bir dizi reformun yapılması gerektiği vurgulanıyordu.

Beyrut’ta gerçekleşen patlamaya kadar, İran partisi Hizbullah ve müttefiklerinin de desteğiyle ocak ayında göreve gelen geçici hükümet bulunuyordu. Patlamadan sonra, Başbakan Hassan Diab istifasını açıkladı. Zaten Lübnan siyasi varlığı hiçbir dönem devlet olma dinamiklerine sahip olamamışken, tam bir siyasi boşluk görüntüsü vermektedir. Böyle olması da ABD’nin işine geliyor. Zira yönetim etnik-dinî tabakalara göre dağıtıldığından ortada tek bir muhatap değil, karmaşık çoklu bir yapı bulunmaktadır. ABD nüfuzunu sürdürmek adına ilerleyen süreçte bu çok parçalı siyasi yapıyı, Lübnan’ı kantonlara bölerek daha da karmaşık hâle getirmeyi “reform” adı altında gerçekleştirebilir. Ayrıca nüfuzunun devamı için gerektiğinde kullandığı stepnesi olan İran partisi Hizbullah kartını da, fazla göze batmaması adına bir süre yönetimden uzak tutup geri çekebilir.

Son olarak, Lübnan’ın bu sömürgecilerin çatışma labirentinden kurtuluşunun tek çaresi, peygamberlik metodu üzere 2. Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulmasıyla tekrar ait olduğu Biladu’ş Şam topraklarına ilhak edilmesidir. Bu da Allah’ın izniyle çok yakındır.