Kuzey Afrikalı Nahel’in öldürülmesinin ardından başlayan olaylar birçok kente yayılıyor. Bir göstericinin “Biz pislik değiliz!” şeklindeki isyanı, Fransız olmayanlara yönelik aşağılamanın derinliğine işaret ediyor. Polis sendikaları adına yapılan açıklamada, göstericiler için yapılan “Vahşi sürüler!” benzetmesi, faşizmin devlet eliyle körüklendiğini gösteriyor. İçişleri Bakanlığı yaptığı dönemde (2005) Nicholas Sarkozy’nin “Banliyöleri tazyikli suyla temizleyeceğim!” ifadesi, siyasilerin Fransız olmayanlara “temizlenmesi gereken pislik” muamelesi yaptıklarını kanıtlıyor. O göstericinin “Biz pislik değiliz!” haykırışı, derinden gelen bir aşağılanmanın dışa vurumu.
Bu aşağılamanın sömürgecilikle ilgisi var. Fransa, kadim sömürgeci devletlerden biridir. Bugün hâlâ 14 Afrika ülkesi Fransa’ya, 500 milyar dolar koloni vergisi ödüyor. Bu ülkeler, altın rezervlerini, Fransız Merkez Bankasında bulundurmak zorunda. Altın üretimi olmayan Fransa 2 bin 436 ton altın rezervi ile “dünya dördüncüsü” iken, yılda 50 ton altın üreten Mali’nin rezervi 0 (sıfır). Bu nasıl oluyor? Çoğu Afrikalının içeriğinden haberi olmadığı anlaşmalar ile madenler Fransa’ya akıyor. Binlerce yabancı şirket taşeronlarıyla birlikte Afrika’nın kaynaklarını Fransa’ya taşıyor. Anlayacağınız Afrika olmasa Avrupa, Fransa bir hiç! Eski cumhurbaşkanlarından Jacques Chirac böyle söylüyor: “Afrika olmadan Fransa, hızla bir üçüncü dünya ülkesi haline gelecektir.”
Bu barbar adamlar, maddi kaynaklarımızı taşıdıkları gibi insan kaynaklarımızı da kıtalarına taşıdılar. Özellikle İkinci Dünya Savaşının ardından 50’li, 60’lı yıllar, Avrupa’ya göç dalgasının yoğun olduğu yıllardı. Anadolu insanı genellikle Almanya, Hollanda gibi ülkelere göç ederken; Hindistan, Pakistan, Bangladeş gibi Asya halkları İngiltere’ye; Arap ve Afrika halkları Fransa’ya göç ettiler. Aslında Fransa’daki Arap veya Afrikalı göçmen varlığı daha ziyade sömürgecilikle irtibatlı. Onların zihnindeki Doğu, ekonomik ve insan kaynakları açısından sömürülmesi gereken bir “yön”den ibarettir. Batılılar, kıtalarından bu kaynakları sömürmek için Doğu yönüne hareket eden barbarlardır.
Bu genetiğinden dolayı kapitalist ideoloji, “dünya düzeni” olmaya elverişli değildir, çünkü insanları birlikte yaşatma becerisine sahip değildir. Alman eski Başbakanı Helmut Schmidt tam da bunu ifşa ediyor: “…Avrupa kültürüyle Avrupalı olmayan kültürlerin kaynaşması, bugüne kadar hiçbir yerde gerçekleşmedi... Sorun, kiliselerin Avrupalıları yüzyıllardır farklı dinlere düşman olarak yetiştirmelerinden kaynaklanıyor... Bu dinlere karşı tepkisel bir içgüdü geliştirdik. Şimdi bazı idealistler hoşgörüye çağırıyorlar ama bunun için birkaç yüzyıl geç kalmış bulunuyoruz.”
Avrupa’nın kendini merkeze alarak dünyanın geri kalanını “aşağılık varlıkların dünyası” olarak görmesinin kökeni tam da bu Avrupa kültürüdür. Renk, ırk, din ve dilleri sebebiyle insanları ayıran, ötekileştirerek sömürgeleştirme hakkını kendinde gören bu barbarların ideolojisi kapitalizme, faşizme, nasyonalizme insanlık bir yüzyıl daha katlanamaz!
İslam ise farklı dinlerin, dillerin, kavimlerin, kıtaların insanlarını kaynaştırabilmiş, Bilal gibi Habeşliyi, Suheyb gibi Rumu, Selman gibi Farslıyı bir toplumda yaşatabilmiştir. Yarımada’nın dışına çıkar çıkmaz ulaştığı tüm bölgelerde Arap olmayan halkları potasında eriterek onlardan bir ümmet var etmeyi başarmıştır. Nice hukukçular, siyasetçiler, devlet ve bilim adamları yetiştirmiştir; Ebu Hanife gibi, Mâverdî gibi büyük hukukçular hatta Sibeveyh gibi Arap olmadığı halde Arap gramerinin kurucusu dil bilginleri. Hadisleri derleyen Buhari, Müslim ve Sünen sahipleri, matematikte Harezmî, tıpta İbn Sina, askerî sahada Selahaddin Eyyübiler...
İslam, halkları öylesine kaynaştırma becerisine sahip ki, katı kast sistemlerinin hâkim olduğu dünyada, köleler sultan olabildiler. İslam’ın coğrafyasında Memlükler üç asra yakın hüküm süren bir devlet kurabildiler. Endülüs fatihi Tarık b. Ziyad, azatlı bir köleydi. Bu sistem nasıl kaynaştırma becerisine sahip olmasın? Liyakat sahibi olduklarında bir zamanların köleleri bile sivil veya askerî bürokrasinin üst makamlarına kadar yükselebiliyorlar. Osmanlı’da Ortodoks Patriği “vezir” statüsünde kabul edilir, kendisine divanda söz hakkı verilirdi. Bu örnekler, İslam toplumlarında sadece ırk ve sınıf ayrımı değil din ayrımının bile olmadığını gösteriyor.
“Bu yazıya nasıl bağlayacağım” diye düşünürken aklıma düşen ibretamiz bir hikâye, İslam’ın halkları kaynaştırma becerisi hakkında tereddüt bırakmıyor. Irak fethedildiğinde “Aynu’t-Temr” denilen bölgede kilisede eğitim gören 40 gençten birinin hikâyesi…
Fanatik Hıristiyan bir ailenin oğlu olduğunu adıyla sanıyla belli eden biridir Nusayr… Gün gelir Nusayr Müslüman olur. Devran döner, Nusayr’ın oğlu Musa, Emevî kumandanı olur. Kuzey Afrika ve Endülüs’ü fethederek Avrupa (İspanya) fatihi olur, Musa b. Nusayr.
İslam sadece toprakları değil, gönülleri de fethediyor, sonra onlardan yeni coğrafyaları fethedecek fatihler çıkartıyor. İşte Fransa özelinde tüm sömürgecilerin Afrikalı, Asyalı, Arap veya Anadolulu düşmanlığı, İslam’ın bu gönülleri fethetme, halkları kaynaştırma ve onlardan bir ümmet var etme potansiyelinedir. Bu potansiyel, kendisini açığa çıkartacak bir vizyon, bir siyasi irade bekliyor!
Söz Fransa’dan açıldı, Fransa’yla kapatalım… Fransa eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand'ın “Afrika olmadan, Fransa’nın 21.yy’da bir tarihi olmayacaktır!” sözü üzerine bin kez düşünüp şu soruları soralım: İslam olmadan sömürgeciliği durdurmak mümkün mü? Fransa’ya ait olan laik ulus devlet kalıplarından çıkmadan, Müslümanların bir tarihi olabilir mi? Bu sömürge kapanından kurtulmadan Türkiye veya İslam beldelerinde gelecek, “İslam’ın Yüzyılı” olabilir mi?