İslâm’ın bir hayat nizamı olduğunu bilenler İslâm’ın sadece camiye, Ramazan ayına, Müslümanın evi veya kalbine sıkıştırılacak kadar basit olmadığını bilir. Yine İslâm’ın ölçü ve kurallarını koyanın bireyler olmadığını bilakis âlemlerin Rabbi olan Allah Celle Celalehu olduğunu dolayısıyla bu ölçü ve kuralların zaman ve mekâna göre değişmeyeceğini de bilir. Rasulullah’ın hayatı ve sonrasında onun güzide sahabelerinin hayatı kesinlikle biz Müslümanların her zaman ve mekân için değişmez ölçü olmak zorunda olduğunu herhalde aklıselim, iman ehline hatırlatmak zorunda değiliz. Nitekim Rasulullah’ı ölçü olarak görmek, namaz veya oruç gibi net olan bir mevzudur. Yani Rasulullah’ın bir Müslüman için her yönü ile örnek olduğunu hatırlatmaya gerek dahi olmadığı kanaatindeyim. Lakin bu gerçeklerin maalesef 18. yy.da “inhitat”/“büyük çöküş” olarak bildiğimiz fikrî gerilemeden sonra yavaş yavaş değiştiğini görmekteyiz. Bu büyük çöküşün nelere sebep olduğunu görebilmek ve onun 20 yy. ortalarında nasıl bir hatalar yumağına dönüştüğünü anlayabilmek için ‘inhitat’ gerçeğini biraz irdelememiz gerekmektedir. 18 yy.a kadar İslâm âlemi sahip oldukları devletlerini dış saldırılardan koruyabilmiştir. Her düştüğünde tekrar ayağa kalkmasını da becerebilmiştir. Haçlı ve Moğol saldırılarında çok büyük maddi zarar görse de onu def etmesini bilmiştir. Lakin bu saldırıların etkisi 18 yy.dan sonra çok daha şiddetli olmuştur. Bu iki dönemi daha iyi anlayabilmek için bir örnek üzerinde durmak istiyorum. Bir insan düşünün kendisine saldıranlar var ve o saldıranlar ona zarar verebilmek için önüne birçok engeller koymaktadırlar. Bu kişi bedenen sağlam ve güçlü ise yapılan tüm bu dış saldırılara ve engellemelere rağmen her saldırı karşısında yere düşse bile tekrar ayağa kalkmasını bilecektir. Fakat aynı kişi bedenen sağlam değil bilakis hasta -örneğin kalp krizi geçirmiş ise veya kanser hastalığına duçar kalkmışsa- yere düştüğünde tekrar ayağa kalkamayacaktır. İşte 18 yy.a kadar İslâm Devleti, hasta olmayan lakin saldırılara maruz kaldığı için düşen ardından kalkmasını da bilen güçlü bir adamı çağrıştırmaktadır. 18 yy.dan, özellikle 1789 Fransız ihtilaliyle Batı’nın fikrî/ideolojik kalkınmasına 1850’li yıllarda sanayi kalkınmasını da eklemesinden sonra dengeler Batı lehine değişmiş oldu.
Daha sonra ilk büyük darbe 1908 yılında Batı medeniyetinden etkilenen ve hatta birçok üyesi Fransa ve benzeri Batı ülkelerinde eğitim görmüş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından son meşru Halife olarak görebileceğimiz 2. Abdülhamid Han’a karşı yapılmış oldu. Darbeyle yönetime geçen bu cemiyet, 1918’e kadar iktidarı fiilen elinde bulundurdu ve bu tarihten itibaren kendisini feshederek daha önceleri İttihat ve Terakki üyesi olan ve 1919 yılında Samsun’a çıkarak -sözde- milli mücadeleyi başlatmış bulunan Mustafa Kemal’e katıldı. Batılıların oynamış olduğu sinsi oyunun bir parçası olan Anadolu’yu işgal girişimi Mustafa Kemal’in “kahraman” ilan edilmesine ve ülke genelinde ünlenmesine neden oldu. Mustafa Kemal önce 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Ardından 22 Haziran 1919′da Amasya’da yayımladığı genelgeyle “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını” ilan edip Sivas Kongresi’ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi’ni topladı. 23 Nisan 1920’de de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılışı yaptı. Ankara’da karargâh kurulduktan ve ilk Meclis açıldıktan sonra 23 Ağustos-13 Eylül 1921 arasında 23 günlük Sakarya Meydan Muharebesi gerçekleşti. Bu muhabere Yunanlılara karşı bir zafer ile sonuçlandı ve 6 gün sonra yeni açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Mustafa Kemal'e “Mareşal” rütbesi ve “Gazi” unvanı verildi. Ortam müsait olunca ve Batı, Mustafa Kemal’in ülkede güçlendiğini görünce düğmeye bastı ve Kurtuluş Savaşı’nın (yani Hilâfet Devleti’nden kurtulma savaşının) sonuçlandığını ilan etmek için oyun kurucu olan İngilizler 24 Temmuz 1923’te İsviçre’nin Lozan kentinde Lozan Antlaşması’nı imzalattılar. İmzalanan Antlaşma, Hilâfet’in ilgası, Halifenin yurt dışına gönderilmesi, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması gibi açıkça ihanet kabul edebileceğimiz maddeler içermekteydi. Ve ardından olan oldu; 3 Mart 1924 tarihinde Hilâfet resmen ilga edildi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Müslümanlara çok zulmedildi. Bu dönemi Akit Gazetesi şu şekilde özetlemiş:
“1923’e kadar sadece asker kaçaklarını yargılayan mahkemeler Cumhuriyetin ilanından sonra Müslümanları sindirmek için bir yargı silahı olarak kullanıldı. Bu tarihten sonra kim Ankara’ya karşı gelirse İstiklal Mahkemelerinde idam edildi. On binlerce kişi devrim kanunlarına uymadığı için sorgusuz sualsiz darağaçlarında infaz edildi. O dönemde çıkarılan çeşitli kanunlarla vatandaşlara sarık giyme yerine şapka takma zorunluluğu getirildi. İnancı gereği şapka kullanmayı reddeden binlerce Müslüman asılarak öldürüldü. Erzurumlu Şeyh İbrahim Hakkı Efendi, İskilipli Atıf Hoca gibi onlarca âlim zat idam edilirken, binlercesi de ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Anadolu topraklarından İslâmiyet’i silmek adına atılmış adımlarda bir tanesi de Ezan’ın Türkçe okutulmasıydı. Ezan, “Tanrı uludur…” diye ilk olarak 29 Ocak 1932’de Fatih Camii’nde okutturuldu. Bu fikir ilk olarak Ziya Gökalp tarafından ortaya atılırken, Arapça Ezan yasağı Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle kaldırıldı. Bunun yanı sıra tek parti döneminde Kur’an Türkçeleştirilmek istenmiş, namazlarda Türkçe Kur’an okunması gündeme getirilmişti. Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi için çalışmalar da yapılırken, TBMM tarafından çıkarılan önemli kanun maddelerinin konulması; hatta sûre isimlerinin değiştirilerek “Vergi Sûresi”, “Ticaret Sûresi”, “Yasalara Saygı Sûresi” gibi sûreler oluşturulması önerildi. TBMM’de Kur’an’dan “Medeni Ayetler”in çıkarılması görüşüldü. Kur’an, “Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitap” olarak tanımlandı.” [yeniakit.com.tr]
Bu dönemden sonra, Müslümanların görmüş olduğu baskıyı fırsata çevirmek isteyen ABD, uluslararası siyasi arenaya 1945 yılında müdahil oluyor. İkinci Dünya Harbi’nin lehine sonuçlanması ile güçlenen ABD, zengin petrol yataklarının olduğu Ortadoğu’ya gözünü dikiyor. 1950 yılında Adnan Menderes’in kurmuş olduğu Demokrat Parti ile ABD, İngiliz hâkimiyetindeki Türkiye’de ilk kez siyaseten iktidara geliyor. Lakin İngiliz kanadı da boş durmuyor ve 1960 yılında darbe ile Adnan Menderes’i ve onunla beraber yüzlerce önemli konumda bulunun Amerikancı kanadın adamlarını iktidardan indiriyor ve önemli birkaç ismi idam ediyor. Sonrasında ABD, ikinci teşebbüsünü 1983 yılında Turgut Özal ile denedi lakin Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde şaibeli bir şekilde ölen Özal, 5 yıl 10 ay başbakanlık yapabildi. İngilizci zihniyetin temsilcisi olan Kemalist, dinsiz CHP’nin siyasette etkili olamadığı bir dönemde Prof. Necmettin Erbakan 17 Ocak 1970’te 17 arkadaşıyla birlikte Milli Nizam Partisi (MNP)’ni kurdu. Takriben 14 ay sonra yani 12 Mart 1971 askerî müdahale sonrasında MNP, “laikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü” iddiasıyla Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Daha sonra 1972’de Milli Selamet Partisi’ni kuran Erbakan, Milliyetçi Cephe hükümetlerinde Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. MSP de 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle birlikte kapatıldı. Ardından Refah, Fazilet ve Saadet partileri Erbakan’ın kurdu(rdu)ğu diğer partilerdi. ABD derin devleti, Türkiye’de 1950’den beri dinî duyguları kullanma siyasetiyle varlık gösterme çabası içinde oldu. Bunun en son örneğini, Erbakan’ın öğrencilerinden çok güçlü bir isim olarak öne çıkan Recep Tayyip Erdoğan’da görüyoruz. ABD’nin desteğini arkasına alan Erdoğan, beraberinde “yenilikçi kanat” adı verilen arkadaşlarıyla birlikte Saadet Partisi’nden ayrılarak 14 Ağustos 2001 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’ni kurdu. Böylece 3 Kasım 2002 yılında AKP’yi iktidara taşıyıp 17 yıldır tek başına iktidar koltuğunda tutan süreç de başlamış oldu.
“Siyasal İslâm” nedir? Siyasal İslâm dendiğinde demokratik rejimlerde hayat bulmaya çalışan İhvan, Refah Partisi veya AKP gibi hareketler mi kastediliyor? Bu soruya cevap vermeden önce şunun altını çizmek gerekiyor. Evet, İslâm kesinlikle siyasi altı yapısı olan ve siyasal da olsa tüm sorunlara cevap veren bir dindir. Siyaset, toplumun tüm sorunlarına çözüm bulma sanatı ise evet, İslâm dini tüm sorunlara en mükemmel bir şekilde çözüm bulmaktadır. Dolayısıyla İslâm, siyasi vizyonu olan bir hayat nizamıdır. Kemalistler ve onların ağababası olan Avrupa (özellikle İngiltere) bu gerçeği kesinlikle kabul etmek istememektedir ve tabiri caizse devamlı suyu bulandırmaya çalışmaktadır. Gerçi bu konuda ABD’nin de oldukça mahir olduğu söylenebilir.
Evet, şu devamlı olarak işlenmektedir: “İslâm siyasi hedefleri olmayan bir dindir. Din, kişi ile yaratıcısı arasında olan bir mevzudur; siyasetle dinî meseleler karıştırılmamalı. Laiklik, dinlerin dolayısıyla İslâm dininin de bir teminatıdır. Türkiye İslâm’ın yaşandığı en güzel ülkedir” vs. Tüm bu söylemlerle aslında bir şeyin altı çizilmek istenmektedir: İslâm’ın siyasi alt yapısının Hilâfet Devleti’nin ilga edilmesi ile hayattan kaldırıldığı gerçeği… Mevcut rejimlerin yani laik, demokratik rejimler, İslâmi söylemlerinize laiklik esaslarına riayet edildiği sürece karışmamaktadır, düşüncesinin… Dolayısıyla Siyasal İslâm iki açıdan değerlendirilmesi gereken bir terim. Birincisi; İslâm dininin siyasi alt yapıya sahip olduğu ve bunun da Hilâfet Devleti ile hayat bulabileceği gerçeği. İkincisi ise; laik, demokratik rejimlerin bünyesinde olan -sözde- İslâmi partilerin İslâmi söylemleri ile Müslümanları meşgul etmek girişimi -ki bu bile Kemalist kesimi rahatsız etmektedir-…
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran İngiltere, ordu içine öyle bir ekip yerleştirmiş ki bunlar adeta Müslümanlardan nefret ediyorlar. Müslümanlara hiç bir şekilde tahammül edemiyorlar. Bunlar laik, demokrat ilkelere binaen kurulmuş olan -sözde- İslâmi partilerden dahi nefret ediyorlar. Lakin Müslüman halk artık bu düşmanlığı görmektedir ve artık onlardan korkmamaktadır.
Son olarak şunu söyleyebiliriz: Evet, ikinci şıkta zikretmiş olduğumuz laik rejimlerde kendilerine varlık alanı açmak isteyen -sözde- İslâmi partiler hem Türkiye’de hem de başka İslâm beldelerinde ömrünü tüketmiştir. Evet, o anlamda “siyasal İslâm” çökmüştür. Lakin mevcut kapitalist rejimlere alternatif olan ve gerçek anlamda siyasal İslâm’ın hayat bulmasına sebep olacak olan Râşidî Hilâfet Devlet fikri her geçen gün daha da öne çıkmaktadır. Siyasetin ve siyasetçinin yalan, ihanet ve sahtekârlıkla hatırlanıyor olmuş olması aslında günümüz siyasetçilerinin artık son demlerini yaşadıklarını bize gösteriyor. İnşallah, hak ve adaletin tesis edileceği o mutlu günlerin gelmesi yakındır. Ne mutlu o istikamette yolunu değiştirmeyen yiğitlere…