Çok şükür bir referandum saçmalığı daha bitti. Bitti bitmesine ancak sonuçları tartışılmaya devam ediyor. “Hile” ve “şaibe” kavramlarının gölgesi altında bir “buruk” sevinç yaşadı “Evet” cephesi. “Hayır” cephesi, seçim sonuçlarına da “Hayır” diyerek sesini yükseltmek istediyse de, Trump, C. Başkanı Erdoğan'ı arayıp tebrik ederek çoktan sonucu ilan etmişti.
Referandum sonuçlarının tartışıldığı bu boğucu atmosferde, -kimin dolduruşuna geldiyse artık- bir “gazeteci”, AKP'nin “Mavi Marmara manyakları”ndan kurtulması gerektiğini kusuverdi. Bu çirkin sözler “‘İslâmcılar’ tasfiye mi ediliyor.” tartışmasını başlattı.
“Milli Görüş” gömleği çıkarılıp, “Muhafazakâr Demokrat” kimliği ile kurulan AKP, o dönem Fazilet Partisi’nin aksine İslâmi söylemlerden uzak duracağı izlenimi doğursa da, İslâmi kesim “Muhafazakârlık” kavramını, “Müslümanlık” şeklinde okumaya devam etti. Çünkü bu sahte “İslâmi” partiler, Müslüman halka takiyyeciliği öğretmişti.
“‘Uzun Adam’ hey!” yazısıyla Erdoğan sevgisi bilinen Sibel Eraslan, AK Parti’nin yöntemi hakkında “İslâmcılık” tartışmasıyla ilgili “AK Parti kurulduğu günlerden bu yana kendisini hiçbir zaman ‘İslâmcı’ bir parti olarak tanımlamadı. ‘İslâmcı’ düşünceyle de herhangi bir irtibatı olmadı. ‘Muhafazkar demokrasi’’ üzerinden kuruldu. Liberal düşünce ekseninde kurduğu bu vizyon…” diye devam eden yazısında, Batılıların “İslâmcı”, Müslüman halkımızın ise İslâmi zannettiği AKP’nin hiçbir zaman kendini İslâm’a nispet etmediğini açıkça belirtiyor.
“Gazeteci” Küçük’ün “manyak tipler” şeklindeki meşum sözlerini referandum sonrasında söylemiş olmasının nedeni “İkna edilememiş %48.6'lik “Hayır” oyları mıdır”, ya da başka deyişle, referandum sonuçlarının ikbalini tehdit ettiğini hissetmesi midir? Bu sorunun yanıtı, kimin adına konuştuğuyla ilgili bir konudur. Mavi Marmara konusu geçtiğimiz yıl Temmuz ayında gündeme geldiğinde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bir cümlesiyle konu kapanmış, üstüne bir laf söyleyen çıkmamıştı.
Mavi Marmara olayıyla birlikte, resmî olarak Eylül 2011'den itibaren gayrimeşru Yahudi varlığı “İsrail” ile ticari ilişkiler sürdürülse de diplomatik ilişkiler askıya alınmış, 2013 yılına kadar da, sözde kavga devam etmişti. 2013 yılında gayri resmî görüşmeler başlamış 2016 Haziran sonunda da Mavi Marmara şehitlerine 20 milyon dolar tazminat verilmesinde anlaşmaya varıldı. Talep edilen “özür”e gelince; “İsrail”den alenen saldırı düzenleyerek, kasten ölüm saçmasına karşılık, “özür”, tazminat ve Gazze ablukasının kalkması isteniyor. “Özür” ise şehit yakınlarına değil, “Gemiyi yollarken bana mı sordunuz?” diyerek meseleyi sahiplenmediğini ilan eden dönemin Başbakanı Erdoğan'a “telefonla” yapılıyor, sahiplenmediği bir konuda o da “özrü” kabul ediyor.
Gazze ablukası kalkmadan yapılan bu anlaşmaya tepki veren İHH Vakfı, resmî internet sitesinden yayınladığı açıklamayla “İsrail”le varılan anlaşmayla Gazze ablukasının tanındığını öne sürerek hükümeti sert bir dille eleştirmişti: “Umarız ki TBMM İsrailli katilleri affetmez. Mavi Marmara İslâm dünyasında ve ezilen tüm halklara umut olmuştur. İnsanlığın ortak vicdanı hâline gelmiş olan bu umudu canlı tutmak mesuliyetimizdir. Sözümüzü bir Filistin deyişiyle bitiriyoruz; İsrail’le örtünen çıplak kalır.” İfadelerini kullanmış, C. Başkanı Erdoğan ise İHH’ya şöyle çıkışmıştı: ”Siz kalkıp da Türkiye’den böyle bir yardım götürmek için o günün başbakanına mı sordunuz?” Erdoğan'ın bu çıkışı üzerine İHH özür dileyerek susmak zorunda kalmıştı. Kısacası sahibini bırakıp da, sahibi adına höyküren bir “gazeteci” ile uğraşmak abesle iştigaldir.
“İslâmcılık” ve “Mevzi Savaşı”
“İslâmcılık” kavram olarak sınırları belirli net bir kavram değil ki; bunu tespit etmeden “İslâmcılık” tartışmalarının maksadını, amacını bir yerlere oturtmak mümkün olsun. “İslâmcılık” kimliğini kabul edenler açısından da bu böyle. “İslâmcılık” kavramı halk bazında yaygın kullanılan bir tabir olmayıp, bu kimliği kabullenmiş, bir kısım gazeteci, yazar, “fikir adamı” ve entelektüel arasında itibar gören bir kavram. “İslâmcılık” kavramı, İslâmi düşünceyi ifsat etmek isteyen, Batı kafasının türettiği bir kavramdır. Sadece bir kavramdır diyorum; zira “İslâmcılık” bir ideoloji değildir. Çünkü “İslâmcılık”, sömürgecilik karşıtıymış gibi görünen fikirlerle, aslında Batı sömürgeciliğine İslâm topraklarında yer edinmesini sağlayan, İslâm’ın asli kaynaklarından beslenmeyi zül görüp, “klasik fıkıh anlayışı” diye küçümseyen, Batılı müsteşriklerin fikirlerini kendi icatlarıymış gibi pazarlamaya çalışan, “özgür” düşünen, zaman ve şartlara ilkesizce uyum sağlayabilen karmaşık bir zihin yapısını temsil eder.
Bu tartışmaya katılanların tümünün, aynı zihin yapısında olduğunu iddia etmiyorum. Zaten “İslâmcılık” düşüncesinin de tek bir bakış içerdiği söylenemez. Ancak buradan “İslâmcılık” kavramının arka planını bilmeyerek “İslâmcılığı” bir kimlik olarak sahiplenenleri uyarmak istiyorum. Zira Mavi Marmara'da şehit düşenler, “İslâmcı” değil, samimi ve duyarlı birer Müslümandılar.
Kendini bilinçli olarak “İslâmcı” diye tarif edenler ise; fiilî olarak halk bazında karşılıkları olmamakla birlikte zehirli ve karmaşık fikirleriyle Müslüman halkın zihnini bulandırarak, onları reel politik/vakıacılık hastalığına sürüklemek gibi bir misyona sahipler.
Onların bu fikirlerinin topluma ulaştırılması, bu şahısların medyatik yapılması da, devletin bilinçli politikasının, algı yönetimi anlayışının bir ürünüdür. Aksi hâlde bu Müslüman halk “İslâmcı” kimliğini kullananların fikirlerini ellerinin tersi ile iterler.
Bu tartışmada açığa çıkan şudur ki; tartışma AKP konsorsiyumu içerisindeki tarafların çatışmasıdır. Bunun Müslümanların hayati maslahatlarıyla herhangi bir şekilde bağı yoktur. “İslâmcı” kimliğini bilinçli kullananlar ile onlara saldıranlar, bu konsorsiyumdan edinilecek menfaatler için bir aradalar. Her iki taraf da, piyasada varlıklarının devamını arzuluyor.
Tartışma yapan taraflar, Erdoğan’dan fazla “Erdoğancı” görünme gayreti içindeler. Ortam maskeli baloyu andırıyor. Ancak tek bir maske var ortada, her biri yüzüne, “sevgi(?)”sini ifade etmek için “Reis maskesi” takmış, bir diğerinin maskesini düşürmekle meşgul. Bu tartışmalara nasıl bir nokta koyacağı bilinmeyen ve bu konuda tek bir açıklama yapmayan “Reis”, maazAllah üstünü çizecek olursa, gazete köşeleri ve sosyal medya hesapları dışında halkla bir ilişkisi olmayan bu kimselerin piyasadan silinmesi demek olduğundan, kendileri açısından ölüm kalım meselesidir.
Sürdürülen seviyesiz tartışmada tarafların her biri, Müslümanların geleceğinin kendi geleceklerine bağlıymış gibi gösterme gayreti içinde. Hâlbuki İslâmi ümmet veya Müslümanlar ve gelecekleri umurlarında bile değil.
Tartışmanın ekseni, İslâmi Yapılanmalara Kaydırıldı!
“İslâmcı” tasfiyesi tartışmalarından, Türkiye’deki tüm İslâmi yapılanmaların tasfiyesine gelindi. Ancak görünen o ki; AK Parti referandum sonrası kendi iç meseleleri ile meşgul. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın parti içinde ve kabinede yapacağı değişiklikler, 2019 cumhurbaşkanlığı seçimi odaklı olarak planlar tartışılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ya yurtdışı programları ve partisinin iç meseleleri nedeniyle başını kaşıyacak vakti yok, ya tartışmada takınılan tavırları izliyor, ilgisizmiş gibi görünmeyi tercih ediyor.
Bunların yanında “referandum neticesinde yetkileri artmasına rağmen, 2007 öncesinde olduğu gibi “iktidar ama muktedir olmayan” bir noktaya sürüklendi, ülkenin “at izi it izine karıştı” pozisyonu devam ediyor ki; hiçbir açıklama yapılmıyor.” diyenler de yok değil, bekleyip göreceğiz…