Yönetim alanında inceleme yapanların yani idare hukukçularının incelemeleri sonucunda ulaştıkları bilgiler ışığında günümüz demokratik hukuk devletinin oluşumundan önce iki tip devletten bahsedilebilir. Bunlar, feodalitenin egemen olduğu “mülk devleti” ve fertlerin birçok haktan yoksun olduğu “polis devleti” olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aslında mülk devleti ile kastedilen tam olarak orta çağ döneminde hüküm süren devlet anlayışıdır. Derebeylerinin veya feodalitenin egemenliğinin uygulandığı coğrafi alan yani halkın yaşadığı, ektiği biçtiği yaşam alanı -ve hatta bütünüyle halk- onların sayılıyor ve bu, bir “mülkiyet hakkı” şeklinde tezahür ediyordu. Bu tip yönetim sistemlerinde devlet, derebeyinin şahsi mülküydü.
En büyük toprak parçası krala ait olduğu için en büyük derebeyi de kral olmaktaydı. Yöneticiler yönettikleri yerlerin fiilî sahibi olduklarından, onları sınırlandıran herhangi bir şeyden bahsetmek mümkün değildi. Her şey yöneticilerin iki dudağının arasındaydı.
Polis devleti ise halkın “refah ve selametini sağlamak” amacıyla her türlü önlemi alma konusunda yetkili sayılan, bu amaç doğrultusunda fertlerin temel hak ve özgürlüklerine müdahalede bulunabilen, bunu gerçekleştirirken bireylere çeşitli külfetler yükleyebilen, ancak bunların tümünü yaparken de herhangi bir hukuk kuralı ile kayıtlı olmayan devlet anlayışıdır.
Bir polis devletinde halk, polisin gözetim veya uygulamalarıyla; seyahat etme, görüşlerini ifade edebilme, iletişim ve siyasal haklar gibi birçok hakkını kullanmada kısıtlamalara maruz kalabilir. Polis devletlerinde politik kontrol olağandışı bir şekilde etkinlik gösteren polis gücü aracılığıyla uygulanabilir.
Peki bu yönetim tarzları halkta nasıl bir karşılık bulur?
Hemen hemen hepimiz Mel Gibson, Sophie Marceau’nun başrolünü üstlendikleri Braveheart / Cesur Yürek filmini izlemişizdir. Film bir aşk filmi üzerinden feodaliteye eleştirel bir yaklaşım göstermektedir ve gerçek bir olaydan sinemaya uyarlanmıştır.
Günümüzde filmin kahramanı William Wallace, İskoç Bağımsızlık Savaşlarında merkezî bir figür olarak resmedilmekte, İskoçya’nın en büyük ulusal kahramanlarından biri olarak kabul edilmektedir. Lakin onu bu yola sokan yani bağımsızlık dürtüsünü harekete geçiren sevdiği kadının derebeyinin mülkü olması anlayışını kabul edememesidir. Filmi izleyenler meselenin bağımsızlık düşüncesi olmadığını aksine bu düşüncenin bir sonuç olduğunu, sorunun kaynağının derebeylik sistemi olduğunu hatırlayacaklardır.
İkinci örneği Türkiye’den verelim; Türkiye'de 1970'li yıllarda başlayan silahlı çatışma ve katliamlar dönemi herkesçe malumdur. Bu dönemde ülkücüler sağcı, sosyalistler/komünistler ise solcu cephede kutuplaşmış, akabinde iç savaş ortamı oluşmuş, güvenlik güçleri ile mevzubahis cepheler arasında da kimi zaman çatışma ve bundan kaynaklı birçok ölüm ile yaralanma olayı yaşanmıştır.
Bu dönem için kullanılabilecek teknik terim “anarşi”dir. Peki, anarşi nedir? Anarşi, toplumsal otoritenin, tahakkümün, erkin ve hiyerarşinin tüm biçimlerini bertaraf etmeyi savunan çeşitli politik felsefeleri ve toplumsal hareketleri tanımlayan sosyal bir terimdir.
Bu hareketler genellikle, merkezî politik yapıların uygulamalarına karşı mülkiyet, ekonomi, özgürlük ve benzer birçok konudan rahatsızlığın bir neticesi olarak bireylerin ve toplulukların alınan kararlardan etkilendikleri ölçüde söz sahibi olunmaması düşüncesini ifade eder.
Zorlayıcı kurumlara ve toplumsal bazlı hiyerarşilere karşı olmak anarşizmin asli ilkelerindendir. Dolayısıyla onu tetikleyen husus, tüm toplumsal problemlerden doğrudan etkilenen halk kitlelerinin çözüm noktasında belirleyici olmamasıdır.
Netice olarak şunları ifade etmek isterim; günümüz halklarının tekrar “mülk devleti” yapısına dönme talebi oluşmayacaktır. Bu devlet yapısı tarihin tozlu sayfalarına gömülmüştür. Ancak uygulanan “polis devleti” uygulamaları halkta anarşiyi tetikleme özelliğine sahiptir. Gördükleri zararlar konusunda çözüm için başvurulmayan halk, kendi çözümünü uygulama sahnesine koyabilir. Bu durum tıpkı adalet bulamayan halkın mafyadan yardım alması gibi doğal bir sonuçtur. Meşru bir güçten yardım alamıyorsan gayrimeşru yollara başvurmak baskın bir seçenektir.
İdare hukukçuları Batı düşüncesi ile yoğrulmuş dimağları sebebiyle Batılılar gibi düşünmüş, dolayısıyla da Batı literatüründe olduğu gibi günümüz demokratik yönetimlerinden önce sadece bu iki yönetim düşüncesinin varlığından bahsetmişlerdir. İslâmi yönetimi de derebeylik yönetimi içerisinde değerlendirme hatasına düşmüşlerdir. Dolayısıyla doğrudan ondan bahsetme gereği duymamışlardır.
Şu mübarek Ramazan gününde Müslüman halkımıza bu minvalde bir hatırlatmada bulunmak gerekir sanırım;
İçinde yaşadığımız pandemi sürecinde devlet, tam bir polis devleti hüviyetine bürünmüştür. Lakin Müslümanlar için tek çözüm 1400 yıl atalarımıza şeref, onur, üstünlük, huzur ve saadet veren Allahu Teâlâ’nın kulları için belirlediği yönetim şekli olan Râşidî Hilâfet Devleti’dir. O devlet hem ümmet-i Muhammed hem de insanlık için tek kurtuluş reçetesidir. Ayrıca bu bir tercih değil tek seçenektir!
[لِمِثْلِ هٰذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ] “İşte çalışanlar, bunun için çalışsınlar.” [Saffat Suresi 61]