Son yıllarda belki de en çok duyduğumuz kelimelerin başında geliyor “sığınmacı”, “mülteci” kavramı… “Suriyeli mülteciler”, “Afrikalı mülteciler”, “Türkistanlı mülteciler” gibi… Bizim beldelerimiz için mültecilik, Avrupa medeniyetinin ayağını basmasıyla İslâm coğrafyasında başlattığı işgal, kaos ve sömürge istilasının bir sonucu olarak ortaya çıkan ve bölge halklarının içinde bulunduğu acı verici tablodan kendilerini kurtarma ümidiyle yollara döküldüğü bir umut yolculuğu… Peki, nedir mülteci, kime denir, kimler mültecidir?
“Mülteci” sözcüğünün karşılığı “sığınmacı” olarak verilse de, her iki kelime aynı anlama gelmemektedir. Sığınmacı; iltica başvurusunda bulunduğu halde yetkili makamlar tarafından hakkında henüz karar verilmeyerek “mülteci” statüsü kazanmamış kişileri tanımlamak için kullanılır. Mülteci; dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm gören veya göreceği korkusu ve endişesi taşıyan, bu sebeple ülkesinden ayrılan veya ayrılmak zorunda bırakılan, korku nedeniyle geri dönemeyen, dönmek istemeyen ve iltica ettiği ülke tarafından endişeleri haklı bulunan kişiye deniyor.
Türkiye’nin de taraf olduğu Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin YUKK madde-61 hükmünde ise mülteci; “Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen yabancılar ile bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ettiği ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya dönmek istemeyen vatansızlar” olarak tanımlanır.
Uluslararası hukukta “mülteci” sıfatının geçerli olabilmesi için şu özelliklerin var olması gerekmektedir:
•Sadece Avrupa’dan gelenler mülteci statüsüne sahiptir.
•Mülteci statüsünde söz konusu kişinin yabancı olması ve vatandaşı olduğu ülkenin diplomatik olarak korumaması şartı aranır.
•Mültecilik bireyseldir, kitlesel olarak gelenler mülteci statüsü kazanamaz.
•İltica eden kişinin vatandaşı olduğu ülkede zulme uğrama riskinin haklı bir dayanağı olma zorunluluğu vardır.
Cenevre Sözleşmesi’nde, “mülteci olma kriteri” ancak Avrupa vatandaşlarına verilen bir hak olarak önümüze çıkıyor. Avrupa, İslâm coğrafyasının çeşitli bölgelerinde yaşanan işgal, çatışma, açlık ve benzeri vakalar sebebiyle ülkelerini terk eden Müslümanlara mülteci sıfatını uygun görmüyor. Müslümanlara en iyimser sıfat olarak “sığınmacılık” yakıştırılıyor.
Oysa hiç kimse mülteci olarak doğmadı. İslâm beldelerinde yaşanan savaşlar o belde halkının suçu olmadığı gibi mülteci olmak da o halkların suçu değil ki… Hiç kimse yaşadığı evini, topraklarını ve ülkesini keyfi olarak terk edip hiç tanımadığı başka bir ülkede kötü şartlar altında yaşamak ister mi? Örneğin; yanı başımızda olması sebebiyle Suriye’deki zor şartları hepiniz az çok tahmin edebiliyorsunuz. Fakat Doğu Türkistan’dan kaçıp Suriye’de yaşamayı göze alan bir ailenin, yaşadığı zorluğu, çektiği ıstırabı nasıl tahmin edebilirsiniz ki?
Mülteci olmaya zorlayan sebeplerin başında gelen işgal ve savaşlar, açlık, sefalet, iyi bir iş bulma umudu, sonu belli olmayan “umut” yolculuğunu başlatıyor.
Ancak çıktıkları uzun yolculukta çoğu kere bu umutlar; ya okyanusun buz kesen sularında, ya yakıcı çöl sıcağında, ya bir geri gönderme merkezinde ya da geri gönderildiği ülkesindeki cezaevlerinde kötü koşullar, işkenceler ve ölümlerle yok olup bir bir sona eriyor. Hayatta kalıp bir ülkeye sığınanların durumları da diğerlerinden çok farklı değil… Ya hayırseverlerin getirdikleri ile zar zor geçinenler, ya karın tokluğuna bir iş bulanlar ya da gayrimeşru işler peşinde koşarak her türlü riski göze alanlar… Bunları tek tek saymaya kalksak liste uzayıp gider. Muhakkak içlerinde işlerini yoluna koyanlar muhakkak vardır ama bu sayı yüzde 1’ler seviyesinde kalıyor maalesef.
Peki, mültecileri bu duruma getiren yani yaşadıkları evlerini terk etmek zorunda bırakan şartları kim oluşturdu, bu şartlar nasıl oluştu? Bunu hiç kendimize sorduk mu? Muhakkak ki bunda en büyük pay hiç şüphesiz sömürgeci Batılı devletlerindir. Gerek Afrika, gerekse Ortadoğu’da sömürgecilerin başlattığı savaş ve işgaller, her türlü açlık, yoksulluk ve insani dramın buralarda oluşmasının önünü açtı. Yani mesele Müslümanlarla değil, sömürgeci Batı’yla ilişkili bir durum… Sömürgecilerin zenginliği, yüksek hayat standartları çok çalışkan olmalarından değil, ümmetin kaynaklarını sömürmelerinden ileri gelmektedir.
Peki, mülteciye bakış Osmanlı’da nasıldı? Bakalım, Hilâfet Devleti mazlum mültecileri zalim yöneticilere teslim etmiş mi, onlara kötü hayat şartlarını reva görmüş mü, çamur deryasına batan çadırların içerisinde yaşamaya mahkûm etmiş mi?
Hadi, hep birlikte tarihe kısa bir yolculuk yapalım…
Osmanlı Hilâfet Devleti, tarih boyunca hem doğudan hem batıdan gelen binlerce mülteciye kapılarını severek açmıştır. Timur’un önünden kaçan Celayirli Ahmed ve Karakoyunlu Kara Yusuf’un Osmanlı Hilâfetine sığınması, Timur’un bu kişileri Yıldırım Bayezid’den istemesi ve bu kişilerin geri verilmemesi örneklerden biridir.
Macar Kralı Thököly Imre’nin Avusturya’ya karşı yaptığı Macar bağımsızlık mücadelesini kaybetmesi üzerine eşiyle birlikte Osmanlı Hilâfet Devleti’ne sığınıp altı yılını burada geçirmesi ve her seferinde dostluğunu ve şükranlarını bildirmesi önemlidir. Thököly 1705’te İzmit’te ölmüş, naaşı 1906 yılında kendi ülkesine nakledilmiştir.
Mültecilere verilen hizmetin önemini, inceliğini göstermesi bakımından önemli bir başka örnek Macar Kralı 2. Ferenc Rakoczy’nin Osmanlı Hilâfet Devleti’ne ilticasıdır. Rakoczy, önce İstanbul’da Yeniköy’e yerleştirilir. İhtiyaçları karşılanır. Daha sonra İstanbul’dan Tekirdağ’a yerleştirilen Macar Kralı ve maiyetindekiler için 23 konak tahsis edilir. Şahsına da 7500 akçe ödenir. Tüm bu harcamaların yanı sıra Kral’a ve beraberindekilere saygıda kusur edilmemesi yönünde Tekirdağ Naibine talimat verilir. Herhangi bir şikâyet durumu görülürse de şikâyet edilen kişiler hemen cezalandırılacaktır açıklaması yapılır.
Halife Abdülmecit: “Tacımı veririm, tahtımı veririm fakat devletime sığınanları asla vermem!”
Osmanlı Hilâfet Devleti’ne sığınan en önemli mültecilerden biri Macar Devlet Başkanı Lajos Kossuth ve Macar ve Polonyalılardan oluşan 57 kişilik mülteci kafilesidir. Kossuth, 1848’de Macar Özgürlük Savaşını kaybetti ve Ağustos 1849’da Macar ve Polonyalılardan oluşan kafile ile Osmanlı Hilâfet Devleti’ne sığındı.
Lajos Kossuth, Rus ve Avusturya ordularınca mücadeleleri bastırılınca, çaresiz onlarca Polonyalı ve Macar halkıyla birlikte Osmanlı Hilâfet Devletine sığınır. Halife Abdülmecit ve Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın dostluk güvencesiyle karşılanırlar. Ki Rusya ve Avusturya’nın mültecilerin geri verilmesine dair ağır baskılarına, hatta çıkabilecek bir savaşa rağmen Halife tarihe geçecek bir deklarasyon yayınlar. “Tacımı veririm, tahtımı veririm fakat devletime sığınanları asla vermem!” diyen Halife Abdülmecit’in yanında da Macar ve Polonyalıların verilmesine şiddetle karşı çıkan Mustafa Reşit Paşa vardır.
Osmanlı Devlet adamları da mültecilerin korunması konusunda büyük bir itina göstermiştir. Nitekim dönemin Sadrazamı Reşid Paşa Meclis-i Mahsûs’un 8 Eylül 1849’daki toplantısından sonra, Sultan’a arz ettiği tezkiresinde şu görüşleri dile getirmişti:
“Mülteciler iâde edildiklerinde ya kurşuna dizilecekler ya da Sibirya’da yer altında bulunan maden ocaklarına gönderileceklerdi. Sibirya’ya gönderilmeseler bile bir kalenin zindanına atılmaları veya küreğe vurulmaları kesindi. Bu nedenle, Osmanlı Devleti’ne sığınan bu insanları geri vermek, onları cellada teslim etmekten farksızdı. Böyle bir tutum ise, asırlar boyu insancıllığı ve misafirperverliği ile tanınan Osmanlı Devleti’ne yakışmazdı.” Reşid Paşa bu mülahazalarda bulunduktan sonra mültecilerin iade edilemeyeceğini kesin bir ifade ile Sultan’a bildirmiştir.
Osmanlı kafir mültecilere böyle hassasiyetle bakarken kendi inancından olan bir Müslümana, asla bir mülteci gözüyle bakmadı. Onu tebasından olan Müslümanlardan asla ayırmadı.
Osmanlı Hilâfet Devleti çeşitli ayak oyunlarıyla yıkıldıktan sonra mazlum Müslüman halkların yüzü hiç gülmedi. Sömürgeci Batı’nın yumruğu tepesinden hiç inmedi. Zira artık Müslümanları koruyacak Hilâfet kalkanı artık yoktu. Müslümanların suratına savrulan yumruklar gibi, üzerlerine yağdırılan bombalar da eksik olmadı. Yıllardır, Filistinli, Arakanlı, Afrikalı, Doğu Türkistanlı Müslümanların çileleri bitmek bilmedi. Ne Çin zulmü altındaki Doğu Türkistan’ın, ne Kudüs’ün, ne de Somali’nin… Gerek mülteci olarak gittikleri diğer ülkelerde, gerekse kendilerinden bir parça olarak gördükleri Türkiye’de… Muhacir olarak geldikleri bu topraklarda, şayet Rus ajanlarının kurşunlarına hedef olmadılarsa, ya sessizce geldikleri ülkeye “deport” edildiler ya “Geri Gönderme Merkezleri”nde tutuldular ya da karın tokluğuna çalışmak için geceyi gündüze kattılar. Osmanlı Hilâfet Devleti’nin mültecilere gösterdiği misafirperverliği, Türkiye de dâhil bölgedeki laik iktidarların hiçbiri gösteremedi.
Bugün doğusuyla, batısıyla İslâm coğrafyasındaki tüm kardeşlerimiz yardıma muhtaç… Rabbim tüm zulümleri bitirecek, İslâmi yönetim sistemi olan Nübüvvet metodu üzere Râşidî Hilâfet’i yakın bir zamanda Müslümanlara nasip etsin. Zira kâfirlerin, İslâm’a ve Müslümanlara karşı savaşına sadece Râşidî Hilâfet son verecektir!