Bir meseleyi anlamak ve onu yorumlamak, sadece söylenenleri anlamakla mümkün olmayıp konunun çok yönlü değerlendirmeler çerçevesinde ele alınmasını gerektirir.
İşler karıştığında, anlam kaymaları ve yorum farklılıkları çoğaldığında meseleleri anlamanın en doğru ve isabetli yolu ise onun aslına dönmekle mümkün olur. Nitekim şiirle alakalı durumu ifade eden şöyle bir söz vardır:
مَعَنَى الشِّعْرِ فِي بَطْنِ الشَّاعِرِ
“Şiirin manası şairin batnındadır.” Yani şiiri en iyi onu söyleyen anlar ya da şiirde söyleneni en iyi onu yazan bilir.
Konular bağlamından koptuğunda yanlış anlamalar çoğalır. Bu yanlışlar üzerine bina edilenler başka yanlışlara sebebiyet verir. Bu durum, günlük meselelerden köklü meselelere kadar birçok alanda karşımıza çıkar. Konunun bağlamından kopuk değerlendirmesi günlük meselelerde vakıaya dair gündemi takipten uzak kalmaktan kaynaklanırken, köklü meselelerde daha çok geçmişiyle bağı kopmuş toplumların vakıası olur.
İslâm açısından bu tür durumlarla çokça karşılaşmaktayız. Örneğin; İslâm’ın metodu konusunda ya da İslâm Devleti’nin kurulması konusundaki metodolojide sıklıkla bağlamından kopuk hususların tatbikata konulduğunu görürüz. Kimileri İslâm’ı hayatta görünür kılmak için vaaz ve irşat çalışmalarını esas alırken kimileri de fiilî savaşı yani cihadı esas almaktadır. Hâlbuki her ikisi de Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in uygulamasında olmakla birlikte bağlamları farklıdır. Yani ikisi de Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünnet-i Seniyyesi’nde olmakla birlikte vakıaları farklıdır. Dolayısıyla aynı şeyi icat etmek için kullanılmaları da abestir. Nitekim bir hastalığa bir reçete olur.
Türkiye gündemine dair birçok meselede de anlık söylemlere yine aynı cinsten değerlendirmelerle karşılık vererek yöneticilerin vakıasına dair gelgitler yaşıyoruz. Mesela Doğu Perinçek’in tahliyesi esnasında söyledikleri, vakıayı farklı şekilde değerlendirmelere sebebiyet verdi.
Perinçek, haklarındaki tahliye kararının; barikatları yıkan fedailerin ve öncülerin büyük mücadelesiyle verildiğini söylemişti. Cezaevinden çıktığında yaptığı açıklamada şu sözlere yer veriyordu:
“Bizi tahliye ettiren onlardır. Türk halkının fedaileri, öncüleri. Şu anda Ergenekon'dan çıktığımız yerdeyiz. Kınından çıkmış bir kılıç gibiyiz. Görevlere hazırız. Bir, Türkiye'yi böldürmeyeceğiz. Ülkeyi birleştireceğiz. İki, Cumhuriyet'i yıktırmayacağız. Ergenekon bizlerin şahıslarını hedef alan bir tertip değil; hedef Atatürk devrimiydi… Buradan ilan ediyorum, Türkiye'yi bölenlerin iktidarını yıkacağız. Türkiye'yi birleştirenlerin iktidarını kuracağız. Tayyip Erdoğan'ların, Abdullah Gül'lerin, Fethullah Gülen'lerin iktidarını, hepsini birden yıkacağız. Kınından çıkmış bir kılıç gibiyiz. Hazırız. Görevlere hazırız. Göreceksiniz, Türkiye'miz aydınlıklara, feraha ilerleyecektir. Koşullar çok güzel…” [11.03.2014 Hürriyet]
"Şimdi Ergenekon'dan çıkıyoruz. Türkiye'yi birleştireceğiz. Bizi Ergenekon'a hapsettiler Cumhuriyet'i yıkmak için. Türkiye'yi şeyhler, dervişler, cemaatler ülkesi hâline getirmek için. Şimdi Ergenekon'dan çıkıyoruz cemaatlerin, tarikatların kökünü kazıyacağız, Cumhuriyeti ayağa kaldıracağız." [11.03.2014 Yeni Akit]
Bu sözler kafaları karıştırdı. İnsanlar bu sözlere inandılar ve siyaseti bu sözlerle yorumlar oldular. Hükümetin kurulduğu zamanlarda “iktidar olduk muktedir olamadık” sözünü bugüne taşıdılar, hükümetin uygulamaları ya da bazı beklentilerin hilafına konuşmaları hükümetin hâlâ Kemalist ulusalcı laik kesimin etkisi altında olduğu izlenimi verdi onlara. Son zamanlarda İslâmi çevrelere karşı gerçekleştirilen operasyonlar da bu anlayışları kuvvetlendirdi.
Hatırlarsak kısa adı İFAM olan İlmî ve Fikrî Araştırmalar Merkezi kurucusu ve Başkanı İhsan Şenocak, Furkan Vakfı kurucusu ve Başkanı Alpaslan Kuytul ve arkadaşları, Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nurettin Yıldız hükümetin çeşitli seviyelerde hedefi olmuşlardı. Öyle ki -Furkan Vakfı’nı istisna tutarsak- bu baskı, tutuklama vb. yollarla hükümetin hedefine giren bu vakıflar hükümete açıkça destek veren vakıflardı. Böyle olunca da hükümete karşı ulusalcı kesimin bir etkisinin olduğu anlayışı kuvvetlendi.
O zaman tekrar başa dönelim ve bugünkü durumu anlamak için formülümüzü uygulayalım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu aşamasında onun zihniyetini hatırlayalım; O, Hilâfet Devleti’nin ilgası üzerine İslâm düşmanı, katı laik bir devlet modeli olarak var oldu. Varoluşunu I. Dünya Savaşı’nın galibi İngiltere’ye borçlu bir devlet… Bütün dinamiklerini onun anlayışı üzerine kurmuş bir devlet…
Sonra ona nüfuz etme girişimlerinde bulunan ABD sahneye çıkıyor. Birçok girişimde bulunuyor. Her girişimi sinsi İngiliz aklıyla bertaraf ediliyor ancak o girişimlerine ara vermiyor; her fırsatı değerlendiriyor, her seferinde mevcut düzeni kendi lehine hizmet verecek şekle sokmaya çalışıyor. Bu arada birçok siyasetçi ebedi hayata intikal ediyor yerlerine yenileri geliyor. Süreç uzun bir süreç. Adnan Menderesle başlayan bu netameli süreç nihayetinde AK Parti hükümetleri sürecinde meyvesini veriyor ve kurucu zihniyetin tasfiye süreci başlıyor. Ne zaman mı? 12 Haziran 2007 tarihinde Ümraniye’de bir gecekonduda, üzeri siyah naylonla örtülmüş ahşap bir sandıkta 27 adet savunma ve taarruz tipi el bombası, TNT kalıpları ve fünyeler ele geçirildiği zaman. İşte bu süreçte ABD ipleri eline almaya başlıyor ve girişimleri sonuç vermeye başlıyor.
Günümüze geldiğimizde artık ABD’den habersiz ve izinsiz hareket edilemez bir süreç içerisine girmiş durumdayız.
Şimdi soralım:
ABD ve İngiltere laik devletler değil mi? Doğrudur, her ikisi de laik devletlerdir.
Türkiye ve diğer İslâm beldelerinde laiklikten başka bir devlet modelini kabul ederler mi? Asla ve kat’a.
Bu ülkede İslâm’ı referans olarak kullanmayan herhangi bir kitle hareketinin kamuoyunu arkasına alma ihtimali var mıdır? Elbette yoktur.
Bu ülkede iktidara İngiltere nüfuz ettiğinde İslâm baskı altına alınacak ve Müslümanlar her türlü melanete maruz kalacaklar da iktidara ABD nüfuz ettiğinde İslâm mı gelecek? Kesinlikle hayır.
O zaman tekrar bakalım, değerlendirelim olayları: AK Parti asla İslâmi bir parti olmadı, kendisini de öyle ifade etmedi. Bilakis “Muhafazakâr Demokrat” olduklarını beyan ettiler. İster “iktidar olsunlar ama muktedir olamasınlar” isterse tam kontrolle ipleri ellerinde tutsunlar onlar hiçbir zaman İslâm ile hükmetmediler, hükmetmeyecekler. Dolayısıyla şaşıranlar için söylüyorum, hükümet ulusalcı, laik, Kemalistlerin etkisi altında değil, bizzat kendisi laik bir hükümet. Tek farkla diğerleri katı laik bunlar soft. Yani diğerleri dinî hiçbir sembole tahammül edemiyor bunlar ise dini hayata karıştırmamakla iktifa ediyorlar. Her halükarda tatbik edilen düzen laik demokratik bir düzendir.
Sistem içerisinde hareket eden Müslümanlar Türkiye’de alternatifsiz bir durumda kaldılar. Dolayısıyla her hâlükârda onların oylarının adresi belli. Geriye ulusalcı, laik kesimin oyları kalıyor; İslâmi kesime yapılan bu taarruzları ulusalcıların etkisiyle değil oylarıyla onları destekleyenlere şirin görünme adına olduğu açıktır.
Hülasa; ABD tam bir kontrol ile Türkiye’yi ele geçirdiğinde ki gidişat onu gösteriyor; İslâm gelmeyecek.
Herkes doğasında olanı yapar.
Bu sistemin doğasında ise İslâm’a düşmanlıktan başka bir şey yoktur. Ve’s Selam