Geçtiğimiz sene Öcalan, kendisi ile görüşen avukatları aracılığı ile “radikallere” karşın demokratik İslam kongresi yapılması çağrısında bulunmuştu. Bunun üzerine birçok ilde çalıştaylar, paneller ve etkinlikler ile hazırlıklar tamamlandıktan sonra, daha önceden bildirildiği üzere 10-11 Mayıs’ta Diyarbakır’da Demokratik İslam Kongresi yapıldı. Kongrede ele alınan birçok konu, daha uzun bir analiz yazısı ile ele alınması gerekmektedir. Bu yazıda sadece kongrenin başında okunan Öcalan’ın ilginç denilebilecek mesajı üzerinde bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
Herkesçe bilindiği üzere, Öcalan öncülüğünde kurulan PKK, Marks’ın teorisi, Lenin’in ve Stalin’in pratik ettiği Sosyalist bir esas üzerinde inşa edildi. Bu durumu gerek örgütün fiiliyatından ve gerekse Öcalan’ın ve hareketinin bütün öncülerinden sadır olan söz ve eylemlerinde görmekteyiz. Ancak, Sosyalist boluğun çökmesi ile Öcalan ve örgüt, fikri bir değişim gereğini duydu. Bu değişim ve gelişim sürecini Öcalan, kendi adına derlenen ve 2012 de basılan, “Kürdistan Devrim Manifestosu” adlı son kitabında yüzlerce yerde ele almaktadır. Adı geçen kitabın 284. Sayfasında; “…PKK’nin çıkışındaki temel iddiası olan Kürt sorununu çözmede esas aldığı model, Stalin’in ortaya koyduğu ve Lenin’in de onayladığı devlet kurma modeli idi. O dönemde (1950-1970) zirve yapan ulusal kurtuluş hareketlerinin çoğunun ayrı devletle sonuçlanması, bu modeli neredeyse biricik kılıyordu. Ayrı devlet sosyalist amentünün kutsal ilkesi haline gelmişti. Sosyalist olmak, ezilen ve sömürge uluslar ve halkların devlet kurma hakkından yana olmakla eşanlamlıydı.” Yine aynı kitabın 408. Sayfasında; “Evrensel olarak etkilendiğimiz dünya reel sosyalizm dünyası ve bağlı olunduğu sanılan arkasındaki bilimsel sosyalist görüştü. PKK’nin kimliğini kavramak açısından, bağlı kılınan ve kalındığı sanılan değerler ve bilimsel sosyalist dünya paradigması önemli bir nirengi noktasıdır.” Hareketinin çıkış ve gelişim sürecini değerlendiren Öcalan, daha sonra değişen dünya konjonktürüne göre, Demokratik Cumhuriyet, Demokratik Uluslar Birliği gibi kavramları geliştirmiş ve sosyalist düşüncelerden sıyrılmaya çalışmıştır.
Ancak, sosyalist bir çizgi üzerinde seyreden hareketin öncüleri, yıllarca bu fikirler ile beslenip örgütlendiler. Hareketin konjonktürel olarak fikri bir değişim ihtiyacına binaen belli bir kesim kapitalist ideolojinin amentüsü olan laiklik ve kısmen demokrat bir çizgiye gelirken, büyük bir kısmı esas fikirlerinde sabit kalarak, bu değişimleri esas fikirleri için bir ön aşama olarak kabullenmek zorunda kalmışlardı.
Gerek sosyalist ve gerekse ultra laik anlayışına sahip örgüt mensupları için, İslam ve İslami değerler hep düşman konumunda olmuştur. Bu fikirler ile Kürt halkından on binlerce ateist, İslam ve Müslüman düşmanı bireyler yetiştirdiler. Büyük bir kısmının da İslam ile bağlarını zayıflattılar. Halka karşı doğrudan İslami değerlere sardırmaktan ziyade İslam’ı kılıf yapan birey, devlet adamları ve çevrelerin şahsında yoğun bir şekilde İslam’ın anti propagandasını yaptılar. İslam’a karşı yürütülen mücadeleyi ve sosyalist fikirlerin yerleşmesi çalışmalarını, Kürt halkının yaşadığı acılar ve mağduriyetin kalkanında gerçekleştirdiler. Ancak, gelinen nokta itibari ile İslam'ı göz ardı ederek bir yere gelinemeyeceğini fark ettiler. Ayrıca, geniş kitlelere açılan yolların tıkanmasına karşın, fikirlerde bir değişim daha gerekli bulunmuştur. Diğer taraftan devlet ile girilen müzakerelerin de bu süreçte etkin olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Çünkü iktidarda bulunan partinin İslami bir motife sahip olması ve PKK’nin tahakkümü altına almak istediği Kürtlerden kayda değer oy alması bu durumu tekrar gözden geçirmeyi gerekli kılmaktadır.
Dolayısı ile BDP ve DTK öcülüğünde birçok İslami meseleye el atıldı. Sivil cumalar, bazı siyasilerin nutuklarında bariz bir şekilde İslami söylemlerin yer alması ve en sonunda kutlu doğum kutlamaları vb gibi.
Doğumundan bu yana PKK’nin öncü kadrosu ve ana iskeletinde bulananların zihniyetinin değiştiğini söylemek yanıltıcı olur. Söz konusu değişimler, örgütün ömrünü uzatmaya çalışması ve vesayetini alamadığı Kürtlerin de vesayetini alma çabasından başka bir şey değildir. Çünkü daha düne kadar düşman görüp karaladığı ve hatta yok etmeye çalıştığı İslam’a dair ne varsa, bugün varlığının bekası için kullanmaktan çekinmiyor. Kısacası, Türkiye nasıl ki emperyalistler tarafından yeniden dizayn ediliyorsa, Öcalan ve örgüt de kendisini yeni konjonktüre göre dizayn etme ihtiyacı içine girmiştir.
Mesajın içeriğine gelecek olursak; Öcalan’ın bu son mesajının içeriği itibari ile İslam’a bu kadar çok vurgu yapabileceğini beklemiyordum. İnsanların yaşlanmaları ile muhafazakârlaştığını, dindarlaştığını söylerlerdi. Ancak, ben bu kadarını beklemiyordum. Kendisinin ve yoldaşlarının bütün neşriyatlarında inkarcılık ve İslam’a düşmanlık bu kadar bariz iken, “mümin kardeşlerim” ifadesi ile insana “bu adam imana geldi” dedirtiyor. Belki de imana gelmiştir. Burada O’nun imanını sorgulamak niyetinde değilim. Bir Mü’min olarak, O’nun da ve inanmayan bütün insanların da inanmasını isterim. Belki de “mümin kardeşlerim” derken özgürlük, kendi hareketleri gibi başka bir şeye olan inancı da kastetmiştir. Bilemiyorum.
Öcalan’ın mesajında hayret verici bazı doğru tespitler bulunmaktadır. Diğer taraftan bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde sap ile samanı karıştırdığı birçok nokta da bulunmaktadır.
Örneğin “Hal bu ki, İslami ümmet anlayışı öz itibariyle ulus devletçilikle asla bağdaşmaz.” Cümlesi gibi ve “Zaten İngiliz İmparatorluğu İslam ümmetini parçalamak için ulus devletçiliği, onun başat ideolojisi milliyetçiliği çok bilinçli olarak İslam ümmetinin bağrına, beynine ve rahmine yerleştirmiştir. Son 200 yıllık tarih bir nevi İslam'ın mekânlarında ve halklarında İslam'ın bütün değerlerini neredeyse onulmaz bir biçimde tahrip etmiştir.” Cümleleri gibi gayet doğru ifadeleri bulunmaktadır. Ayrıca bugün birçok İslami geçinen yazardan duymadığımız kadar açık ve net ifadelerde bulunmaktadır. Örneğin; “Çare elbette resmi Diyanet İslam’ı değildir. Resmi Diyanet İslamı 'İğdiş edilmiş İslam' olup gayri resmi İslam’dan daha anlamsız, zıddına hizmet eden bir İslam karikatürüdür. Faşizmden liberalizme kadar geniş hizmet sahaları vardır”. Mesajının sonlarında adeta edebiyat parçalamaktadır. “Çağdaş bir Hüseyni, çağdaş bir Selahadini hareketin sentezi olmak, en önemli mutluluk, dolayısıyla iman kaynağımdır”. Diğer taraftan milliyetçiliği bariz bir şekilde zem etmesi olumlu ancak, kendisi için bu durumun bariz bir paradoks olduğu konusunda herkesin hemfikir olduğu kanaatindeyim.
Bu olumlu ve doğru tespitlerinin yanında, İslam’ın siyasal erk talebini, gerek yerel ve gerekse egemen güçlerin propagandaları neticesinde kamuoyu nezdinde olumsuz bir konuma gelmiş El kaide ve Hizbullah’a çatmak suretiyle yok saymaktadır. Alternatif olarak daha müphem bir kavram ile kültürel İslam’dan yana olduğunu ifade etmektedir. Müslümanların dünya genelinde yaşadıkları hiçbir zulme değinmemektedir. Günah keçisine çıkardığı İslami yapıları dillendirirken bu yapıları meydana getiren unsurlardan hiç bahsetmemektedir. Bu yapıların meydana gelişinde, emperyalistlerin ve yerel taşeronlarının acımasızca Müslümanları katletmelerinin etkin olduğunu görmezlikten gelmektedir. Kendi örgütünün oluşumundaki ana gerekçeleri, nedense başkaları için bir hak olarak görmemektedir. İnsanın burada şu soruyu sorası geliyor. Mademki bu noktaya gelinecekti, ulus devlet anlayışı kötüdür, her şey daha demokratik bir yaşam için ise otuz yılı aşkın bir zaman diliminde niye on binlerce insanımızın kanına girdiniz?
Diğer taraftan, “Hizbulah”tan kastının hangi Hizbullah olduğu tam olarak anlaşılmamakla birlikte, doksanlı yıllarda Güneydoğu’da kendisi ile çatıştığı Hizbullah olması kuvvetle muhtemeldir. Hatta böylesi bir İslami söylemin arkasındaki gerekçelerden biri de Hizbullah’ın partileşip Kürt halkı içinde siyaset yapmaya başlamasıdır. Dolayısı ile İslam’ın toplum üzerindeki etkisinden, örgütün de pay kapmaya çalıştığı görülmektedir.
Mesajın diğer bir paradoksu, aşılması gerektiğini düşündüğü İhvan ve Ortadoğu kökenli birçok İslami hareket için ilham kaynağı olan anlayışın, savunduğu anlayış ile aynı olduğunun farkında olmamasıdır. İltifat ettiği ve işin gerçeğinde hiçbir zaman tam olarak anlaşılmayan “İslam Birliği” tezi, bilindiği üzere Afgani'nin ortaya attığı, M. Abduh ve Reşit Rıza’nın geliştirdiği Said Nursi’nin de savunduğu bir tezdir. Kendi tabiri ile arabi ve selefi kökenli olarak tanımlayıp eleştirdiği İslami yapıların etkilendiği kaynağın söyleminin aynısını dillendirmektedir. Buna göre birbiriyle iyi geçinen ama ulusal sınırlara ve kendi içinde farklılıklara sahip yapıların varlığı kaçınılmazdır. Diğer taraftan, İslam’ın evrenselliğini vurgulamakla birlikte, bu evrenselliği neredeyse sadece “Allah’ın varlığı” ile sınırlandırmaktadır. İslam’ın tekil ve yerel unsurlarının olduğunu ve bunların tamamen, mana itibari ile insanların kendi kavramları ile oluşturması gerektiğini öne çıkarmaktadır.
Mesajının en başında, İslam ile Demokrasi kavramlarını yan yana kullanmanın eksik ve yanlış anlamlara yol açabileceğini ifade etmesine rağmen, mesajı boyunca İslam’ın insani yönünü sürekli olarak demokrasi ile betimlemektedir. Ayrıca “Hareketimizi batının ideolojik hegemonyasının bir sonucu olan dini-laik ikilemine boğmamak esastır. İslam'ın kendisini dini laik bağlamına sıkıştırmak da bence yanlıştır.” demekle en aldatıcı sözünü söylemektedir. Kapitalistlerin, onca sözüm ona İslam âlimi ve liderler eli ile Laiklik ve İslam'ı bağdaştıramazken, Öcalan bir cümle ile işi halletmeye çalışmaktadır. Yani İslam ile Laikliği çatıştırılmaması gerektiğini ve hareketlerini de bu iki vasıftan biri ile isimlendirme yoluna gidilmemesi gerektiğini ifade ediyor. Öyle ki böyle bir tartışma hiç olmasın istiyor. Yani yeri geldiğince vasıflanacak, yeri gelince vasıflandırmayacaksın. Bunun için mesajının son kısmında kavram kölelerinden bahsediyor. Öcalan’ın kitaplarını okuyanlar bilirler. Kitabın başından sonuna kadar kavramlar ile konuşan ve kavramlar icat etmeye çalışan bu adam, söz konusu kendi değerlendirmeleri karşısında kavram ayrıştırılmasına gidilmesini kölelik olarak görüyor. Ve İslam'ın da bir bütün olarak alınmasının gereksizliğini de yorumlamaların farklılığına bağlıyor.
Müslümanlar için öncü şahsiyetleri övmekten çekinmeyen Öcalan, özellikle Ali ve Hüseyin (ra) lardan bahsederek mesajını ilgili yerlere de iletmiş olmaktadır.
Sonuç olarak, dine karşı din üretme furyasına Öcalan da katılmış olup, kendi İslam anlayışını ifade etmeye çalışmıştır. Bundan sonraki süreçte bu söylem geliştirilip olgunlaştırılır mı bilinmez. Ancak şunu soramadan edemiyorum. Her ne kadar sahih değilse de İslam hakkında söylediklerinizde samimi iseniz, İslam’a karşı düşmanca fikirlerle donattığınız bunca insana ne diyeceksiniz?