Özellikle Türkiye’de yaşayan Müslümanlar nefis dendiğinde, aklına olumsuz hatta şeytani bir şey geliyor. Hâlbuki nefis insanın yaratılışında ona verilmiş olan bir haslettir. Bu haslet ilk etapta ne olumlu nede olumsuz olarak görülmemelidir. Rabbimiz nefsi Kur’an-ı Kerimi’nde şöyle tanımlamaktadır:
كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ
“Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir.” (Müddessir 38)
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ
“Her nefis ölümü tadacaktır.” (Ankebut 57)
Her iki ayette de nefis, insan olarak adlandırılmaktadır. Yani her insan yaptığından sorumludur ve ahirette fert olarak hesaba çekilecektir. Yine her insan için ölüm inkâr edilmesi mümkün olmayan bir hakikattir. Allah Celle Celalehu ölümü hatırlatarak bu hayatın geçici ve akıl sahibi bir insan için ahiretin ise asıl olduğunu hatırlatmaktadır. Yine başka bir ayet-i celilede ise Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى فَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَى
“Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan (hevadan) uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır.” (Naziat 40-41)
Bu ayet-i celilede ise Rabbimiz nefsin tehlikelerinden bahsederek biz Müslümanları uyarmaktadır. Lakin dikkat etti iseniz “nefsin kötü arzularından” ifadesi kullanılmaktadır. İşte burası işin püf noktasını teşkil etmektedir. İmam Kurtubi tefsirinde Abdullah b. Mesud RadiyAllahu anh’ın bu ayet-i celile ile alakalı şöyle söylediği rivayet edilmektedir:
“Sizler hakkın hevayı peşine takıp önünden gittiği bir zamanda yaşıyorsunuz. Pek yakında hevânın hakkın önünde yürüdüğü ve hakkı arkasından sürüklediği bir zaman gelecektir. Böyle bir zamandan yüce Allah'a sığınırız.” (İmam Kurtubi, El Camiu li Ahkamil Kur’an)
Dolayısıyla nefis evvela tarafsızdır ve kötü ile iyiye meyledebilir. Dolayısıyla nefis aslında insanın yaratılışında ona verilmiş olunan hayat enerjisi, uzvi ihtiyaçlar ile içgüdülerdir. Buna bir kaç örnek verelim. Örneğin, kişi uzun zaman bir şey yemeyip içmemiş olsa, doğal olarak organik ihtiyaç olarak yemeye ve içmeye meyledecektir. Şayet amellerinde Abdullah b. Mesud’un dediği gibi heva (nefis) hakkın önünden gidiyorsa onun bu meyli organik ihtiyacı doyurmak adına kesilen etin helal olup olmadığına bakmaksızın doyurmak üzerine olacaktır. Yine içilen içeceğin içinde alkol olup olmadığına bakmayacaktır. Hatta acıkmış ve örneğin tavuk etini çok seven bir kişi helal olmayan tavuk etini yediğinde nefsini doyurduğunda kendisini kötü değil muhtemelen doymuş olduğu için mutlu hissedecektir. Yine aynı hissiyatı beka içgüdüsünü tatmin ederken sahip olmuş olduğu makam ve elde etmiş olduğu maddi gücü, hak hevanın önünde yürümediği sürece, sorgulamıyacaktır. Bilakis onlarca kişinin patronu olduğunda ve ayın sonunda 20.000 TL kazandığında kendisini çok daha güvende ve tatmin olmuş hissedecektir. Kendisini daha iyi koruyabileceğini ve düşmana karşı daha çok imkân sahibi olduğunu düşünerek ölümden daha emin zannedecektir.
Hâlbuki ne organik ihtiyaç örneğinde ne de içgüdü mevzuunda olsun, nefis hiç bir zaman “neden, niçin” sorularını sormaz. Nefsin yani insanın o esnada hayatta kalabilmesi için bir şeyleri yemesi ve içmesi gerekiyor ve yine tehlikelere karşı kendisini koruması icap ediyor. Nefsin tatmini için takip edilmesi gereken yolu belirleyen ise imanımızdır. Yani Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’tir. Rabbimiz bu minvalde bakınız ne buyuruyor:
وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ
“Biz ona (hayır ve şer) iki yol göstermedik mi?” (Beled 10)
Bu yolların varlığı ve her ikisinin farklı olması aslında insanın yaratılışında onun imtihan olacağı anlamına gelmektedir. Yine insanın melek gibi sorgusuz, sualsiz tek bir yolu takip etmeyeceği bilakis ya hak yola ya da şeytanın yolu olan batıl yola tenezzül edebileceğini anlamış oluyoruz. Dolayısıyla nefsin (insanın) gidebileceği iki yol örneklerimizde olduğu gibi ya haram olan yiyecek ve içecek olacaktır ya da helal kesilmiş et ile alkol içermeyen içecek olacaktır. Yine beka içgüsü örneğinde olduğu gibi içki üreten bir firmada yöneticilik değil de örneğin araba üreten bir firmada yöneticilik yapmasına neden olacaktır.
Gelelim günümüzde egemen olan ve adeta nefsin esiri konumuna düşmüş olan toplumsal yapıya. Günümüzde insanlar Batı’nın kendisine empoze ettiği hayat anlayışı üzerine hayatına yön vermektedir. Yani hayatın zevkusefadan ibaret olduğunu düşünmektedir. İşin içine zevk ve eğlence girdiğinde ise, nefsin arzuları yani heva girmektedir. Dolayısıyla imanı kuvvetli olmayan ve dünyanın akışına kendisini salıvermiş olan kişi, kesinlikle hevasının (nefsinin) esiri olmuş durumdadır. O kişi dünya zevklerine ulaşabilmek için günde 10-12 hatta 14 saat çalışabilmektedir. Ayın sonunda aldığı maaşla gününü gün etmenin derdine düşmüştür. Bu ona, Batı zihniyetinin bir ürünü yani tüketim zihniyeti olarak sunulan yüzlerce imkân ile temin edilmiştir. Bu tehlikeli sarmalın içinden kurtulmak kolay değildir. Hatta imanlı kişilerin dahi bu eğlence dünyasında kendisini kaybettiği ve İslâmi bahaneler ürettiği görülmektedir. Evet, İslâm’ın haram kılmamış olduğu bir konuda Müslüman eğlenebilir. Örneğin çocukları veya hanımı ile zekâ oyunları oynayabilir veya onlarla gezintiye, uygun olduğu sürece yüzmeye gidebilir. Bu tabii ki hayatın normal olan yüzüdür. Lakin bu Batı zihniyetinin egemen olduğu günümüzde aşılmaması gerek sınır, misli ile aşılarak yapılmaktadır. Ayda bir veya iki kez yapılması gereken fuzuli bir iş, artık her hafta, hatta her gün yapılarak, Allah Celle Celalehu’nun insana vermiş olduğu değerli zaman bu şekilde heder edilmektedir.
Hayatın gerçek anlamını anlamamış olan Müslüman -ki Rabbimiz bunu Zariat Suresi’nin 56. ayet-i celilesinde çok net ortaya koymuştur ve şöyle buyurmuştur:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım”- birçok tehlikelerden kendisini koruyamaz. İşte Rabbimizin bu kuralını görmeyen veya dünyaya dalmış olduğu için göremeyen bir Müslüman kesinlikle çok tehlikeli bir sürecin içinde bulunmaktadır. Hatta zamanla yaşamış olduğu eğlencelerden tatmin dahi olmamaktadır. Bu her türlü oyuncağı olan bir çocuğun durumu gibidir. Yani köyde hiç bir oyuncağı olmayan bir çocuğun yıllar sonra oyuncağı olduğunda onu sevinmesi ve o oyuncağına sahip çıkıp değer vermesi gibidir. Hâlbuki her gün yeni ve değişik oyuncağı olan bir çocuğun memnun edilmesi çok zordur. Çünkü onu artık yaşadıkları ve sahip oldukları oyuncaklar tatmin etmemektedir. Bu yine Batı hayatındaki erkek ve kadın ilişkilerinde de böyledir. Her erkeğin adeta hiç bir sınır olmadan hatta ayıplanmadan başka kadınlarla beraber olabilmesi, zamanla o erkeğin hatta kadının artık bundan zevk almamasına sebep olacaktır ve daha sapık zevklere tenezzül etmelerine neden olacaktır. Onun için özellikle Batı’da eşcinsellik, ensest (aile içi ilişkiler) hatta hayvanlarla ilişkiye girme sapıklığına kadar gidebilmektedirler.
Onun için şayet eğlenmek istiyorsak kesinlikle İslâm’ın izin verdiği dengeyi gözden kaçırmamamız gerekiyor. Dolayısıyla eğlenme olarak adlandırdığımız mevzuyu mümkün mertebe sınırlandırmamız hatta aile ortamında veya dava erleri ortamında eğlenmemiz gerekmektedir. Batı’nın Müslümanları zehirlediği bu tehlikeli hayat anlayışından hem kendimizi hem de ailemizi koruyabilmenin en kalıcı ve köklü çözümü muhakkak ki kurulması her Müslüman için farz olan ikinci Râşidî Hilâfet Devleti’nin ikamesi ile mümkündür. Rabbim o güne kadar biz Müslümanları, nefisleri (hevanın) mevcut gayri İslâmi yaşantıdan etkilenerek helak olan bireylerden, ailelerden beri eylesin. (Âmin)