Kutsal veya mukaddes, “güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması gereken; bozulmaması, dokunulmaması gereken, üstüne titrenen, karşı çıkılmaması gereken değerler” olarak tanımlanır.
Bu nitelikleri haiz olan; Allah Azze ve Celle ve Allah’ın kutsallık atfettiği olgulardır. Bunların dışında hiçbir şey layüsel değildir, kutsallık ifade etmez.
İslami değer yargılarının ifsat edilmesi neticesinde kutsallık yargı ve kriterleri de tersyüz edildi. Bunun sonucunda İslami zeminde yaşanan eksen kaymaları ile profan/din dışı unsurlara bile kutsallık atfedildi. Hatta bu o kadar ileri boyutlara vardı ki küfür hükümleri ile hükmeden devletler, o devletleri temsil eden bayraklar ve o devletlerin yöneticileri de “kutsal” kabul edilir oldu.
Halbuki günümüzdeki mevcut devletlerin adları, amaçları, ülküleri, mefkûreleri, yapıları, felsefeleri, misyon ve vizyonları değişik de olsa, nihayetinde hepsi bir organizasyondur ve hepsi birtakım ilişkiler ağından müteşekkil kurumsal yapılardır. Hiçbiri mukaddes değildir. Hatta bu devletlerin temel dinamiklerinin gayri İslami oluşu; bunları, -korunulması ve karşı çıkılmaması gereken bir değer olmanın ötesinde- teberri edilmesi, ortadan kaldırılması ve yerine kutsal olanın/Allah’ın talep ettiği, razı olacağı bir siyasi otoriteyi inşa etmeyi gerektirir.
İşin ilginç yanı; kutsal olanın/İslam’ın yönetim nizamı olan Hilâfet Devleti bile beşerî bir devletken küfür ile hükmeden devletlerin kendilerini kutsal addetmeleri büyük bir paradokstur.
Batı emperyalizminin çizdiği yapay sınırlar içerisine hapsedilen ve o sınırlara bile kutsallık atfeden anlayış, kişi ve oluşumlar; büyük tahribatlara yol açtılar.
İslami kimlikle kutsanan devletin, gayrimeşru olan laiklik, demokrasi, özgürlük kavramlarını ve bilimum kanunlarını kutsayanların Müslüman olması hasebiyle bunlara meşruiyet oluşturulmaya çalışıldı. Kültürel bir işgal ile Batı’ya ait olan küfri ve zehirli fikirler, “İslam’danmış” gibi ümmet coğrafyasına zerk edildi.
Sistemi dönüştürme iddiasında olanlar, zaman içerisinde bu zehirli fikirlerin zihinlerini ve kalplerini istila etmesinin sonucunda, dönüştürmek istedikleri sistemin muhafızı kesildiler. Sistemin çarkları içine girenler, kutsal olan İslam’ı hâkim kılmaları gerekirken hâkim olan batıl/küfri düzene kutsallık atfettiler. Statüko içerisinde “muhafazakâr” bir kimlik peyda ederek karşı oldukları ne varsa ona dönüştüler.
Omurgasız bir siyaset, yalan üzerine inşa edilmiş, hamaset ile yürüyen düzende, küresel egemen güçlerin hegemonyasının esiri olmuş iktidarlar; kutsal olan İslami değerlere her türlü hakareti özgürlük olarak kabul ederken kendi “kutsal devlet”lerinin kutsal kabul edilen liderlerine yönelik yapılan en küçük eleştiriyi büyük bir cürüm olarak kabul ederler. Kendi kutsal liderleri için kanun zırhı oluşturup yasalarla korurlar. Soruşturmalar, yargılamalar, tutuklamaların ardı arkası kesilmez. Devletin kutsanmasının pik yaptığı dönemler aynı zamanda o süreçte başta olan liderin de putlaştırılmasına yol açar. Bu durum dokunulmaz, eleştirilmez ve sorgulanmaz “tanrılaştırılmış” ve tabulaştırılmış liderler meydana getirir. Lidere yönelik her eleştiri, “ihanet” ile eşdeğer tutulur.
Kutsal olandan yüz çevrilip aynı zamanda kendilerini o kutsala hamledip ulus-devletlere kutsallık atfedilmesi kimliksizleşmeyi açığa çıkardı. Dillerde İslam, devletin tüm uygulamalarında ise küfrün hâkim olması ne idüğü belirsiz nesiller peyda etti.
Allah’ın kutsallık atfettiği sımsıkı kulpuna tutunmak varken tutunmak için fazlasıyla çürük bir dal olan kapitalizmin kulpuna tutunup rejimin bekçisi haline gelenler, İslam davasını edebiyat düzeyinde sürdürdü, sürdürüyor. Devlet erklerinde baskın olan değer, İslam değil kendi hevalarından neşet eden ve menfaat denkleminde dönen seküler/demokratik nizamlar oldu.
Kutsal devletlerinde kutsallık atfettikleri ırkları ile ucube bir kavram olan “Türk İslamcılığı/Arap İslamcılığı/Kürt İslamcılığı” ile milliyetçilik için İslam’ı araçsallaştırdıkça, coğrafi ve duygusal bölünmelere kapı aralandı.
Bu, “kutsal devlet” olgusu o kadar ileri bir seviyeye ulaştı ki; Gazze'de yaşanan dram hiç azalmadan devam ettiği halde bu katliama karşı herhangi bir somut adım atmayan yöneticilere sorumluluklarını hatırlatıp hakkı ikame etmek ihmal edilerek “iktidarı sıkıntıya, zora sokmamak”, katledilen bebeklerden daha hassas bir konu haline getirildi.
Kutsal kabul edilen devletten alınan fonlar ile hizmet etmenin "cuş u huruş"unu yaşayanlar, marufu emrederken münkeri nehyetmenin farziyetini göz ardı ettiler. Küfrün önderlerini/asrın mücrimlerini “halkın ortak değeri” olarak pazarlayan iktidarlara seslerini yükseltemediler. Samiri’nin buzağı sevgisi gibi “para-masa-nisa” şeytan üçgenine hapsolan iktidarı, “takva abidesi” olarak gösterecek kadar şirazeleri kaydı.
Kutsal devletin “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” ilkelerini amentü haline getirenler, milli olmayı temel gaye edindiler. İslam’ın temel gayesi, Allah’ı razı etmek iken temel gaye, devleti ve âlicenaplarını razı etmek oldu. Sykes-Picot ile çizilen sınırlar, Kelime-i Tevhid dışında bayraklar, Allah’ın hükümlerinin tatbik edilmediği “vatan ve devletler” en kutsal değer haline geldi. Kendi sınırları dışında kurulan İslami camiaları “kökü dışarıda” diye niteleyip sakıncalı kabul ettiler.
Kutsal devletin ilkeleri, “imanın yedinci şartı” olarak kabul edildikten sonra mevcut düzenin değişimi noktasında sesini yükseltip varlık gösterenler, “fitneci” olarak yaftalandı. Allah’ın hükümlerinin tatbik edilmediği, etliye sütlüye karışılmadığı, her gelene “hazır ol”da olup “rahat”ta duranların bu zulüm çarkına çomak sokulmasını “fitne” olarak nitelemesi, esasen kendilerinin ne kadar büyük bir fitne girdabına sürüklendiklerini göstermektedir.
Rabbim bu sahte kutsalların yeryüzünden silinip gerçek kutsal olanın yeryüzüne hâkim olacağı günleri yakınlaştırsın.