Klasik fizikte hemen herkesin bildiği ünlü bir prensip vardır; etki tepki prensibi. Bu ilkeye göre her etki, kendi boyutunda ama zıt yönde bir tepkiyi meydana getirir. Tepki, etki eden unsurun kalkması ile sonlanır. Sosyal hayatta cereyan eden olaylar da fiziğin bu prensibi kadar net matematiksel bir formül ile karşılık bulmasa da çoğunlukla bu prensip çerçevesinde meydana geldiği görülmektedir. Daha genel bir ifade ile meydana gelen her sorunun bir sebebi vardır. Bugün, yaşanan bütün olumlu ya da olumsuz vakıaların bir etki ile veya bir sebebe binaen meydana geldiğini görebilmekteyiz. Dolayısıyla karşılaşılan bütün olumlu veya olumsuz vakıaların değişimi, vakıayı meydana getiren esasi unsurlar ortadan kaldırılmadıkça gerçekleşmez.
Kürt meselesinin, kendisini meydana getiren faktörlerin ortadan kalkması ile çözüleceğini, gerek yazılarla ve gerekse bir takım sunumlar ile ifade etmiştik. Anca bu makalemde, Kürt meselesinin çıkış faktörleri, tarihi seyri ve çözümü üzerinde değil, bu meselenin gidişatı hakkında bir değerlendirmede bulunmak istiyorum.
Meselenin asli unsurları ve sahih çözüm şekilleri herkesçe bilinmediği, doğru tespitler ortaya konulmadığı halde, meselenin geldiği boyut hemen herkesçe malumdur. Adına “barış” dedikleri süreç ile tarafların kırmızıçizgilerinin rengi biraz daha açılmış, birbirlerine dayatılan taleplerde kısmen bir esneklik oluşmuştur. Sürecin gidişatı zikzaklı seyir izlediği açık bir gerçektir. Ancak, tarafların mevcut süreci kendi nihai hedefleri için bir basamak olarak değerlendirdikleri hususu göz ardı edilmemelidir. Süreç ile ilgili tarafların yaptığı ve yapacağı bütün hesap ve planların ötesinde, şu anda asıl ilgilendiğim husus, bütün bu hesapların kendisi üzerinde gerçekleştiği Kürt halkını götüreceği akıbettir.
Kürtlerin, egemenlikleri altında yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldıkları Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletlerinin, kendilerine reva görülen bin bir türlü eziyetlerin ardından, kendilerini daha başka bir çıkmaza sürükleyen hareketlerin yanlışlığını görmemesi elem ve endişe kaynağıdır. Bu üzüntü ve endişe beni, kendi geleceği üzerinde yapılan hesapların nasıl bir sonucu doğuracağı hususunu, halkıma hatırlatmaya sevk etmektedir. Ancak, öncelikle benzer özellikleri ile gerek etki-tepki ve gerekse sebep-sonuç ilkesi açısından şu hususların hatırlanması gerekmektedir.
Seküler/laik ve ulusçuluk anlayışına dayalı devletlerin oluşumunda, birbirine benzer süreçler yaşanmaktadır. Sekülerizm ve ulusçuluk anlayışları ile şekillenmiş bir grup insan ve kahramanlaştırılan bir lider öncülüğünde hareket başlar. Milli duyguların alevlendirildiği ve bağımsızlık, hürriyet vs. kavramların çokça kullanıldığı bir süreç yaşanır. Ana hatları ile niyetler ve fikirler bellidir. Ancak, yönetimi ele alıncaya kadar halkın genel hassasiyetleri ile çatışmamaya özen gösterilir. Aynı şekilde doğru ve haklı taleplerin yanında yanlışların iliştirilmesi ile tedricen bir dönüşüm sağlanmaya çalışılır.
Türkiye Cumhuriyetinin öncesini ve kuruluş sürecini okuyan ve araştıranlar için tablo oldukça nettir. Cumhuriyet öncesi toplumda, birliktelik ve ortak bir mücadele ruhunu oluşturan esasi unsur İslami hassasiyet idi. Bu hassasiyet ile verilen mücadele sonucunda düşman uzaklaştırılmıştır. Çünkü direnme ve mücadele için yeterli ve geçerli sebepler vuku bulmuştu. Bu mücadelenin getirdiği başarının üzerine kurulan yeni yönetimin mimarları, gücü eline aldıktan sonra topluma karşı anlayışında tamamen başkalaşmıştır. Daha trajedi komik olan husus ise verilen mücadelenin tamamen laik bir cumhuriyet ve ulusal bilinç için yapıldığı şeklinde lanse edilmesidir.
İpleri eline geçiren laik ve ulusçu küçük bir zümre, halkın değerlerine karşı cephe almış, halka tepeden bakan bir bakış ile halkı küçümsemiştir. Halkın tamamını terbiye edilmesi gereken cahiller sürüsü olarak gören bu zümre, her türlü despotik uygulamalarla imha ve asimilasyon politikalarını sürdürmüştür. Edinilen yeni yaşam tarzının ne şekilde bir dayatma sonucu vücuda getirildiği bilinmektedir. Diğer taraftan oluşturulan ulusçuluk/milliyetçilik anlayışının âdete bir din gibi algılanması için uğraşılmıştır. “Milli” sınırlar içinde yaşayan her etnik grup Türkleştirilmeye çalışılmış, Türk ulusunu, Türkçeyi, eski Türk geleneklerini (özellikle İslam ile alakalı olmayan, mümkün olduğunca İslam öncesi adetlerin) yüceltilmesi için her şey yapılmıştır. Kapitalist Batı toplumlarından kopyalanan yasaların ve yaşam tarzının dahi Türklerin özünde olan hususlar olduğu ifade edilmiştir. Sonuçta ilahlaştırılan bir kahraman icat edilmiş ve onun etrafında bulunan azınlığın tahakkümü ile toplum, ellerinde bir yap-boz oyuncağına dönüştürüldü.
Bir ulusu inşa etmek için yapılması gereken hiçbir husustan vazgeçilmedi. “Milli” sınırları oluşturulmuş, yeni bir bayrak, yeni bir dil ve yeni tarih anlayışı ile milli bayramlar, anlam ve önemine göre kutlanması gereken günler icat edildi. Tek adam, tek parti ve tek yönetim ile topluma rağmen, toplumsal hayat bir bütün olarak yeniden dizayn edildi. Ancak, ne hikmettir ki bütün bunları yapan parti yani CHP, çok partili sisteme geçildikten sonra kendi icat ettiği sistem ile bir daha iktidar olamadı. Çünkü Türkiye halkı, bütün dayatmalara rağmen dinden ve muhafazakarlıktan tamamen uzaklaşamadı ve din karşıtı zümrelere pirim vermedi.
Asıl konumuza, yani Kürt meselesine dönelim. Bu meselenin seyrine tanıklık etmiş biri olarak ki herkesin kolaylıkla görebileceği husus, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşum sürecinin bir benzerinin yapılmaya çalışılmasıdır.
Evet, Kürt halkı yüzyıl önceki halk değildir. Şeyh Said Efendi (ra) ve yol arkadaşlarının sahip olduğu anlayıştan uzaklaştırılmış, fikir ve duyguları üzerinde bir hayli tahribat gerçekleştirilmiştir. Özellikle son otuz yılda, haklı olan mazlumluğun ve mağduriyetin giderilmesi için kendisine vaat edilen “özgürlük”e gidilen yolda oldukça dejenere edildi. Buna rağmen Kürt halkının büyük bir kısmı halen dindardır. Namaz kılmayanı dahi, din düşmanlığını yapanı sevmez. Bundandır ki Marksist bir anlayış ile yola çıkan, ancak koşulların değişimi ile cumhuriyetçi kesimin sahip olduğu katı laiklik anlayışına bürünen hareketin yöneticileri, İslam’a karşı net bir düşmanlık içinde olmalarına rağmen, bu düşmanlıklarını tabana doğrudan yansıtmamaktadır. Hatta çoğu zaman bu hareket, ideolojik İslami bakıştan yoksun kalan halkın, dini duygularını okşamaktadır. Sivil Cuma namazları, demokratik İslam söylemleri, özellikle seçim süresince halka yapılan hitaplarda İslami kavramları kullanmaları ve benzer şekilde İslami yönleri olan şahsiyetleri bünyesinde bulundurmaya çalışmaktadır. Son olarak, siyasetten bir kazanımı olduğu görülen “kutlu doğum” etkinliklerine girişmeleri, Kürt halkının dindarlığını nasıl kullandıklarının en açık kanıtıdır.
Bu bölüm, direnme ve mücadele etme sebeplerinin olduğu ve birliktelik ile ulaşılması hedeflenen yönetime ulaşmak için halkın değerleri ile açıktan çatışmama dönemidir. Aynı zamanda istenilen ulus bilincini oluşturmak için haklı taleplerin, istenilen düşünceler ile evirilmeye çalışılma dönemidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun akabinde zorlanarak gerçekleştirdiği ulusal bilinci, PKK/KCK veya BDP daha önceden hazırlıklarına başlamıştır. İlahlaştırılan bir lider, mücadele eden ve “şehit” kavramı ile ölümsüzleştirilen kahramanlar oluşmuştur. Aynı şekilde “milli” sınırlar, bayrak, “milli” dil, tarih ve bayramlar hatta başkent şimdiden belirlenmiştir. Anlam ve önemine göre günler belirlenmiş ve tarihleri geldiğinde kutlanmaktadır. Tarihte, Kürtlere mal edilen ne kadar gayri İslami gelenek ve anlayış varsa gün yüzüne çıkartılıp yürürlüğe konulmaktadır. Yoksa da icat edilmektedir. Ulus devlet anlayışı neyi gerektiriyorsa bütün hazırlıklar yapılmaktadır. Taraftar olan halkın ekserisinin bildiği ve düşündüğü tek şey; esaretten kurtulup özgürlüğe kavuşmaktır. İşlenen örgünün farkında bile değildir.
Ancak söz gelimi düşünülen özerklik veya devlet erkine ulaşıldıktan sonra, halka ne verileceğinden hiç bahsedilmiyor. İnsanların ne ile ve nasıl yönetileceği hususu konuşulmuyor. Yönetim anlayışı, insani ilişkileri belirleyecek nizamlar, sorunların giderilme keyfiyetine dair projeler ortada yok. Hareketin öncüleri için yönetim konusu belirsiz değil ancak halk, bir bilinmezlik içinde sadece mağduriyet duyguları ile hareket etmektedir.
Herhangi bir şekilde yönetim imkânına sahip olunduktan sonra şüphesiz ki mağduriyet zırhı kalkacak, milli heyecan azalacak ve o zaman insanlar hayat şartlarını sorgulamaya başlamayacaklar mı? “Milli” sınırlara, bayrağa ve başkente sahip olmak sorunları bitirecek midir? İnsanlar Kürtçe konuşup, okuyup yazdıklarında hayat standartları yükselecek mi?
Hayır! Çünkü laikliği esas alıp, ulus anlayışı ile kalkınan hiç bir devlet yoktur. Özellikle halkı Müslüman olan bütün laik ve ulus devletlerin/ devletçiklerin gerçeği önümüzde iken, güllük gülistan bir Kürdistan hayal edenlerin uyanması gerekiyor. Ayrıca, hedeflenen yönetime ulaşıldığı takdirde, gidişatı okuyabilenlerin, BDP’nin akıbetinin CHP gibi olması kaçınılmazdır.
Kürt meselesinin gerçeğine dair fikirlerimi bilmeyenler için son kısımda yazdıklarımı yanlış anlayabilirler. Ancak şunu hatırlatabilirim, Allah’ın indirdiği nizam karşısında bütün insanlar eşittir. Hiç kimse imtiyaz sahibi olmadığı gibi bütün sorunlar da ancak İslam ile çözülebilmektedir.
Bu bağlamda insanı kalkındıran, milli sınırlar, vatan, bayrak veya ulus anlayışı değildir. Bilakis bu hususlar ayrıştırıcı, kin ve çatışma sebepleridir. İnsanı kalkındıran esas şey, aklı ikna eden temel bir fikre sahip, insanın yaratılışına uygun, bütün sorunlarını çözen bir nizam ile İslam ideolojisidir.