Önceki gün akşam saatlerinde İstanbul Fatih’te yaşanan korkunç bir cinayet haberiyle sarsıldık. Kelimenin tam anlamıyla kalplerimiz titredi, uzunca bir süre kendimize gelemedik. Sanki olay bizim başımıza gelmiş gibi hissettik, ne söyleyeceğimizi ne yazacağımızı bilemedik, Allah’a sığındık.
Edirnekapı surlarına çıkan 19 yaşındaki akıl hastası bir cani, öldürdüğü genç bir kızı parçalara ayırarak kestiği başını surlardan aşağıya attı. Hemen sonrasında kendisi de surlardan atlayarak intihar etti. Aynı caninin olaydan önce Eyüp Sultan’da başka bir genç kızı daha öldürdüğü ortaya çıktı. Planlı ve soğukkanlılıkla gerçekleştirilen, insanlık dairesi içinde kabulü ve izahı mümkün olmayan bir vahşet hikayesi, esfelesafilin bir örnek...
Ve olayın haberini izleyen herkesin sürekli gözünün önüne gelen o sahne, -literatürümüze yeni giren ifadesiyle-: "hassas içerikli görüntü". Caddenin ortasında kesik bir baş, o başın etrafında “Allah’ım, Allah’ım” diyerek feryat eden, çıldırmış durumdaki bir anne.
Sanki bir korku filmi gibi ama değil. Hepimizin hayatının orta yerinde duran, görmezden gelme şansımızın olmadığı koskocaman bir gerçek. Hatta korku filmlerinde bile izlemeye içimizin elvermediği, fakat o filmlerden ilham alması muhtemel olan korkunç bir gerçek. Tanık oldukça, yaşadıkça “Bundan daha kötüsü ne olabilir ki?” diye kendimize sorduğumuz fakat çok kısa süre içerisinde, adeta günlük doz gibi yenileriyle karşılaştığımız vahşetler silsilesinin en yenisi... Özetle; Yeni Türkiye Yüzyılı’ndaki yeni toplumsal gerçeğimiz...
Evet, alıştırılmaya, kanıksatılmaya çalıştırıldığımız yeni gerçeğimiz bu. Her gün işlenen ve artık hayatın normali haline gelen korkunç suçlar, siyasetinden yargısına, medyasından eğitimine kadar nasıl bir çürümenin yaşandığını yüzümüze çarpıyor.
Toplumdan kopuk bir şekilde kalelerde, köşklerde yaşayan yönetici ve sermaye elitleri hariç, hiç kimse kendini güvende hissetmiyor!
Ve herkes birbirine soruyor: Bu gidiş nereye?
Gençliğimizi ve geleceğimizi felakete sürükleyen bu çöküş nasıl engellenecek?
Uyuşturucu ve alkol belasına, “sanat” adı altında sergilenen şeytani oyunlara, her köşe başını saran büyüklü küçüklü mafya ve çetelere, sosyal medyadan gece gündüz evlerimizin içine akan zehir ve ifsada kim “Dur!” diyecek?
Her tarafından su alan gemiyi batmaktan kim kurtaracak?
Doğru cevap verilmediği sürece bu sorular uzar gider. Doğru cevabı bulabilmenin yolu da hiç kuşkusuz sorunun asıl kaynağını tespit etmekten geçmektedir. Zira bir sorunun çözümü, ancak onu var eden faktörleri ortadan kaldırmakla mümkündür.
Peki, sorunun kaynağı nedir? Gençlerimizi insanlıktan çıkaran, kimliksiz, ruhsuz, sadece şehvetleri için yaşayan yığınlar haline getiren esas sebep nedir?
Bunu anlamak için öncelikle Türkiye’nin suç istatistiklerine bir bakalım:
Adalet Bakanlığı verilerine göre; 2021 yılında, cinayet, darp, yaralama olmak üzere beden dokunulmazlığına karşı işlenen suçların sayısı 1,5 milyonun üzerinde. Hırsızlık, gasp, yağma, dolandırıcılık gibi mala karşı işlenen suç sayısı ise 2 milyon 500 bin civarında.
2021 yılında 127 bin kişi, cinsel saldırıya uğradığı iddiasıyla adli makamlara başvurdu. Bunların yaklaşık 45 bini çocuk yaşta. Günde 123 çocuğa cinsel taciz iddiasıyla adli makamlara başvuru yapılmaktadır.
Yine adli istatistiklere göre; Türkiye’de şüpheli sayısı 15 milyonu geçti. Çocuk nüfusunu dikkate aldığımızda yetişkin halkın %23’ü bir suçtan şüpheli konumunda. Mağdur/müşteki olanların sayısı ise 10 milyonu aşmış durumda.1 Bu rakamların her geçen gün daha da arttığını söylemeye gerek bile yok.
Tüm bu veriler, aslında gerçek suçlunun birey değil, tatbik edilen sistem olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Hizb-ut Tahrir’in kurucusu Takiyyuddin En-Nebhânî’nin dakik tespitinde olduğu gibi; “bir toplumda suç nadiren görülüyorsa insan kaynaklı, sık görülüyorsa nizam kaynaklıdır.” Yani bu sistem, insanın yüksek değerlerini korumak, ilişkilerini sağlıklı bir şekilde düzenlemek, maddi ve manevi ihtiyaçlarını doğru biçimde doyurmak konusunda yetersizdir. Kim tarafından yönetilirse yönetilsin, birey ve toplum için kesinlikle uygun değildir. Zira mevcut sistem, laik kapitalist doğası gereği, insanı suç işlemekten alıkoyan korkuları ortadan kaldırmış, suçun toplumu kuşatmasına engel olan duvarları yıkmıştır.
Şöyle ki: insanı suç işlemekten alıkoyan üç unsur vardır:
1. Yaratıcısına karşı gelme korkusu 2. Toplumdan dışlanma korkusu 3. Cezalandırılma korkusu
Bu üç unsurun birincisi olan “yaratıcıya karşı gelme korkusu”, laiklik sayesinde insanların kalbinden törpülenmiştir. Laiklik, sadece -uygulama anlamında- dini hayattan uzaklaştırmamış, kalplerden de uzaklaştırmıştır. Kalbinde Allah korkusu olmayan bir kişi, uygun şartlar oluştuğunda her suçu işlemeye meyilli bir kişidir. Zira onu suç işlemekten alıkoyacak birinci etkenden yoksundur.
Kapitalizm, özgürlükler fikriyle birlikte ferdiyetçiliği de insana aşılamıştır. Sadece kendisini düşünen, davranışlarında sınır tanımayan birey, toplumdan dışlanma korkusu hissetmez. Zira toplum, özgürlükler fikrine alıştırılmış, kötü davranışlara karşı da “saygı” adı altında duyarsızlaştırılmıştır. Dolayısıyla özgürlükler fikri ile birlikte toplumsal tepki zayıflamış ve insanları suç işlemekten alıkoymaz bir hâl almıştır.
Ayrıca bilindiği gibi, işlenen suçların önemli bir kısmı daha önce suç işleyenler tarafından işlenmektedir. Bunun sebebi de suç işleyenlerin hak ettikleri cezaya çarptırılmamış olmalarıdır. Türkiye bu noktada, suçların cezasız bırakıldığı ve yargıya güvenin dibe vurduğu ülkeler arasında ön sıralardadır.
Son olarak; nizamın değişmesiyle suç oranlarının nasıl değiştiğini tespit edebilme adına İslâm nizamının tatbik edildiği Osmanlı Hilafet Devleti’nin verilerine bir göz atalım:
İncelenen şeriyye sicillerine göre; 1559 ila 1609 yılları arasında -50 yıllık süre zarfında-, işlenen toplam suç sayısı; 3 bin 318’dir. Yıllık ortalama ise 66’dır. İslâm nizamının tatbikindeki eksikliklerine rağmen Osmanlı Hilafet Devleti’nin 3 kıtadaki topraklarında yılda sadece 66 suç işlenmiştir.
Bu verilerin alındığı dönemde Osmanlı Hilafet Devleti’nin nüfusu 22 milyon civarındadır. 2021 yılında Türkiye’nin nüfusu ise yaklaşık 85 milyondur. Yani tatbik edilen nizamın değişmesiyle birlikte, nüfus 4 kat artarken suç oranları 100 bin kat artmıştır.2
Dolayısıyla tablo açık ve nettir. Yaşadığımız sorun, öyle göz boyayıcı “narko-çelik” ve asayiş operasyonlarıyla, “Teknofest” festivalleriyle, özellikle de içi boş “dindar nesil” sloganlarıyla çözülemeyecek kadar büyük fikirlere köklü sistemsel değişliklere ihtiyaç duymaktadır.
Ya özümüze, Rabbimize ve dinimize dönerek İslâm'ın rahmet ve adalet nizamını, hayata ve yönetime hakim kılmak için hep birlikte çalışacağız ya da bu korkunç kaos ve zillet düzeni içinde, sıranın kendimize gelmesini bekleyerek yaşamaya devam edeceğiz. Tabii buna “yaşamak” denirse.
[اَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَۜ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ۟] “Onlar hala cahiliyye hükmünü mü istiyorlar? Kesinlikle iman eden bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” [Maide 50]