Türkiye 14 Mayıs’ta düzenlenmesi öngörülen seçimlere giderken politik arenada meydana gelen gelişmeler, ülkedeki siyasetin ne denli kokuşmuş, ne denli halktan kopuk, ne denli memlekete zararlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Uygulanan laik-demokratik cumhuriyet sisteminin gayri İslâmi vasfıyla bugüne kadar hiçbir sorunu ciddi anlamda çözemediği gibi, çözme ümidi de taşımadığını gözler önüne serdi. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iktidara gelen, farklı akım ve tandansa sahip siyasi partilerin tek başlarına veya koalisyon şeklinde kurdukları hükümetler ya da darbe yoluyla iktidara gelen askerî rejimler, ülkeyi zayıflatmaktan, milleti fakirleştirmekten, toplumsal çöküşü hızlandırmaktan başka bir şeye yaramadı. Üretim, sanayi, tarım, teknoloji, savunma, eğitim, sağlık, hukuk ve devletler arası konum açısından ilerlemek bir yana, her geçen gün geriye gidildi. Yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, liyakatsizlik, hukuksuzluk, keyfilik, dışa bağımlılık bu rejimin olmazsa olmaz karakteri haline geldi.
2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi, on yıllarca memleketin başına bela olan askerî vesayete rağmen Müslüman halkın desteğiyle iktidara gelirken boş vaatler, süslü sloganlar ve göstermelik jestlerle yeni bir ümit aşıladı. Geçmişin pek çok tabusunu yıkarak, askerî vesayete son vererek, ekonomide ivme yakalayarak önemli adımlar attı. Fakat bozuk nizamın acı meyveleri yeniden baş vermekte gecikmedi. Saniyeler içinde sona eren pembe rüyalar, kâbusa dönüştü. Aradan geçen 21 yılın sonunda kötü yönetim ve kapitalizmin kronik sorunları neticesinde ekonomi tepetaklak oldu, toplumsal çöküş adeta tavan yaptı, üretim, eğitim, sağlık, altyapı, tarım, hayvancılık ve dış ticaret, Cumhuriyet döneminin en kötü yıkımını yaşadı. Deprem felaketinde enkazın altında kalan sadece binlerce masum insan olmadı, aynı zamanda çürümüş kapitalist sistemi inadına tatbik eden devlet de enkaz altında kaldı.
Son yıllarda hükümetin giderek zayıflaması, yaşanan şiddetli ekonomik krizin halk üzerindeki acı yansıması ve en son meydana gelen depremde hükümetin uğradığı fiyasko, muhalif partilerin yaklaşan seçimlerde kazanacaklarına dair ümitleri güçlendirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ortağı Bahçeli’nin kurduğu “Cumhur İttifakı” karşısında “Millet İttifakı” veya “6’lı Masa” adı altında bir araya gelen, sağcısı, solcusu, muhafazakârı, liberali ve milliyetçisiyle muhtelif fraksiyonlardan oluşan muhalif partiler, halka ümit vermeye, vaatlerde bulunmaya başladılar. Sorunun kaynağının “tek adam” rejimini getiren Erdoğan ve hükümet sisteminde olduğunu, çarenin parlamenter sisteme dönüşte olduğunu iddia ettiler. Yüzlerce sayfalık seçim çalışmalarında öne sürdükleri önerilerin, hükümetin kâğıt üstünde kalan planlarından bir farkı yoktu, aslında. Seçimlere iki ay kala, bu kez de cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerinden birbirlerine girdiler. Önce birbirlerine hakaret ettiler, sonra aynı masada toplanıp aynı kâğıda imza atarak “birlik” görüntüsü verdiler. Yalnızca bu son kriz bile, Türkiye’deki demokratik siyasetin iflas ettiğinin apaçık ilanıdır. Yozlaşma ve çürümüşlük içinde halkı geçmişten beter bir sefalete mahkûm eden iktidar yıkılmaya yüz tutmuşken, karşısındaki muhalefet de omurgasız menfaat birlikteliğinin çürük temeli, şahsi ihtiraslar, noter onayı ve kumar masası etrafında dönen entrikalar eşliğinde millete kendisini “alternatif” olarak sunmaya çalışmaktadır. Üstelik çözüm olarak vaat ettikleri şey, başına “güçlendirilmiş” ibaresi ekleyerek süslemeye çalıştıkları, geçmişte Türkiye’yi krizden krize sürükleyen parlamenter sistemdir.
Diğer yandan mevcut siyaset arenasında sadece tepkisel ve duygusal olarak mücadele vermeyi arzu eden siyasi hareketler de oldu. Niyetlerinin samimiliğini tartışma konusu yapmadan söylemek gerekirse; demokratik kulvarda yürüyen “İslâmi” partilerin her biri “gaye vasıtayı meşru kılar” anlayışının ardına sığınarak mücadele ettiler.
Yeri geldi; “ehven-i şerreyn/iki şerden, daha hafif olanını tercih etmek” ilkesini esas kabul ederek mücadelelerini meşrulaştırdılar… Yeri geldi; “zaruretler mahzurlu olanları mubah kılar” kaidesi doğrultusunda hareket ettiler. Yeri geldi; Yusuf Aleyhi’s Selam’ın kıssasından hareketle “Hz. Yusuf’un küfür sistemi içerisinde yer aldığı” iddiasına kendilerini inandırarak, bu anlayış merkezinde siyaset ürettiler. Fakat samimiyetle siyaset icra etmek için çıktıkları bu yolda, kendileri sistem içerisinde değiştiler ve yola koyulduklarında “araç” olan demokrasi, yolun ortasında “amaç” hatta “ideal” haline dönüşüverdi.
Öyleyse sormak gerekiyor: İslâmi argümanları kullanarak verilen bunca mücadele; İslâm'a ve Müslümanlara alenen düşmanlık edenlerle işbirliği yapmak için miydi?
Verilen bunca mücadele; depremzedeleri kurtarırken söylenen “Allahuekber!” nidalarına bile tahammül edemeyenlerle ittifak kurmak için miydi?
Verilen bunca mücadele “İslâm Birliği”, “adil düzen”, “refah” ve “saadet” diyerek günün sonunda karanlık CHP zihniyetine teslim olmak için miydi?
Verilen bunca mücadele, Amerikan menşeili başkanlık sistemi ile İngiliz tipi parlamenter sistem arasında Müslümanların fedakârlıklarını heba etmek için miydi?
Gerçek şu ki; iktidarda olsun, muhalefette olsun demokratik sistem içindeki partilerin, geçmişte olduğu gibi bu halkın izzetli, vakarlı, güçlü ve müreffeh hale getirilmesine dönük hiçbir projesi yoktur, kapitalist sistemin dışına çıkıp İslâm nizamının gölgesinde sığınmadıkları sürece olamaz da. Onların tek derdi, adına “dış güçler” denen efendilerinin çıkarlarına uygun olarak dış politika, menfaatlerine ve hevalarına göre iç politika izlemek üzere, çeşitli vaatlerde bulunarak, avantalar dağıtarak, süslü sözlerle kandırarak sandıkta halkın oylarını almaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Hastalığı yanlış teşhis etmek, yanlış tedavi ve yanlış ilaç vermeye yol açar. Bu da, şifa beklerken hastanın “ex” raporunu hazırlamaya benzer. Sadece Türkiye’de değil, dünya çapında hastalığın kaynağı partiler, parti liderleri, devletin yöneticileri veya hükümet etme şekli değil, doğrudan doğruya benimsedikleri demokratik/diktatörlük/krallık görünümlü laik-kapitalist cumhuriyet rejimidir.
Dolayısıyla doğru tedavi sıhhati bakımından oldukça önemlidir. Ve Türkiye’de yakın siyasi tarihin hastalığı, demokratik esaslı yönetim nizamı olmuştur. Türkiye’yi hastalıklı siyasetten kurtarmanın yolu ise kapitalist nizamın yönetim şekli olan demokrasi ve türevlerinden ivedilikle kurtulmaktır.
Ne demokratik başkanlık sitemine ne de demokratik parlamenter sistemine mahkûmuz ve de razıyız.
Bunlara mahkûm olacak kadar çözümsüz ve çaresiz de değiliz, elhamdülillah...
Çözüm, şüphesiz ki kapsayıcı hükümleri ve çözümleriyle hayatın tamamını kuşatan İslâm’ın kendisine has yegâne yönetim nizamı olan Hilâfet’tir. Müslümanlar sadece Hilâfet için çalışmalıdırlar.
[اَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَۜ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ۟] “Onlar hala cahiliye devrinin hükmünü mü arıyorlar? Kesin olarak inanan bir toplum için Allah'tan daha güzel kim hüküm verebilir?” [Maide Suresi 50]