Kimliğimiz Sahipsiz Kaldı!
11 Nisan 2019

Kimliğimiz Sahipsiz Kaldı!

Her şeyin sahibi olan Allahu Teâlâ, yaratıp yeryüzüne yerleştirip ona yol göstermişken o insan, kimi zaman bu yola tâbi olup hidayete ermiş, kimi zaman da bu yoldan saparak helak olmuştur. İnsanlığı hidayete davet etmeleri için rasuller ve nebiler gönderen Allah Subhanehu, nihayet Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile son dini, İslâm’ı da insanlığın kurtuluş reçetesi olarak Kendi katından göndermiştir.

İlk tebliğ döneminin ve Rasulullah ile ashabının kitleleşip aşama kaydetmelerinin ardından -yüce Yaratan’ın izniyle- İslâm, Medine’de devlet boyutuna geçmiş ve bugün ilk “İslâm Devleti” olarak andığımız devlet ile kâmil bir şekilde tatbik edilmiştir.

O gün yani İslâm Devleti zamanında –her ne kadar “münafık” olarak adlandırılan birtakım fasit anlayış sahipleri peydah olmuşsa da- genel itibariyle Müslüman ile kâfir arasındaki çizgiler çok net bir şekilde ayrılmıştır. Ve o günlerden bu günlere kadar da hak-batıl mücadelesi devam edegelmiştir.

Hak belli, batıl belli…

Zira o ilk Medine İslâm Devleti döneminden Osmanlı’nın mücrimler eliyle yıkılmasına kadarki süreçte insanlar arasında hüküm veren hâkimler ve yöneticiler İslâmi hükümler ile hükmediyor; hak, hakkı olduğu veçhiyle sahibine adilane bir şekilde iade ediliyordu. Yönetimde ve mahkemelerde Osmanlı’nın son dönemlerine kadar esas, her daim İslâm’dı. Müslümanlar, inandıkları dinin gereği olarak mutmain bir şekilde; zimmi hükmünde olan gayrimüslimler de İslâm’ın kendi haklarını gözeten bir din olduğu bilinciyle rıza ile İslâm’ın hükümlerine tâbi oluyorlardı.

Gel zaman git zaman İslâm Devleti yıkıldı; Müslümanlar İslâmî bakış açılarından taviz verir oldular. Müslümandılar fakat yaşantılarında İslâm’ın izleri giderek silindi. Tıpkı Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem efendimizden rivayet edilen şu hadiste buyrulduğu gibi oldu:

لَتُنْقَضَنَّ عُرَى الإِسْلاَمِ عُرْوَةً عُرْوَةً، فَكُلَّمَا انْتَقَضَتْ عُرْوَةٌ، تَشَبَّثَ النَّاسُ بِالَّتِي تَلِيهَا، فَأَوَّلُهُنَّ نَقْضًا الحُكْمُ، وَآخِرُهُنَّ الصَّلاَةُ

“İslâm’ın kulpları birer birer sökülecektir. İnsanlar biri söküldükçe diğerine tutunacaklardır. İlk sökülecek kulp hüküm (yönetim), sonuncusu da namaz olacaktır…” [İbn-i Hibban]

Müslümanların İslâm ile bağlarındaki bu sökülme onlarda bir kimlik bunalımı, bir özbenliğine yabancılaşma meydana getirdi. Müslümandılar fakat İslâm’ın hayatlarındaki tezahürü neredeyse yok gibiydi. Onlardan kimisinin İslâm’a bağlılığı “kalp temizliği” seviyesine kadar inerken, kimisinde de demokratik partiler kurup seçimlere girmek ve iktidar olunduğu takdirde elde edilen bir takım “kazanımlarla” “İslâm’ı hayata tedricen hâkim kılma” amacına endekslendi. Tabii bu yolla sonuçta, ne İslâm hayata hâkim kılınabildi ne de İslâmi kazanımlar elde edilebildi; aksine Müslümanlarda gitgide bir yozlaşma ve İslâmî şiarlardan uzaklaşma başladı. Öz yitirildi, kabuk iyice dejenere oldu. İşte 8 Mart’ta Taksim’de çeşitli feminist, eşcinsel ve bazı marjinal kadın derneklerinin toplandığı gösteride görüldüğü gibi… Malumunuz olduğu üzere ezana yönelik ıslıklı ve gürültülü bir protesto olduğu iddiasına gösterilen tepki, bu grupların özünde Allah’a ve O’nun nizamına isyanı bas bas bağıran talepler, pankartlar ve sloganlara gösterilmedi. Hatta öyle ki, “ezana ıslıklı protesto” hadisesinin manipülasyon olduğu iddialarından sonra bu gruplar haklı ve mağdur görülmeye bile başlandı. İşte; özden eser yok, kabuk ise perperişan… Daha acı olanı; ezanı ve İslâmî şiarlarımızı savunmak adına harekete geçenlerin “provokatör” olarak lanse edilmesiydi belki de.

Müslüman Türkiye halkının getirilmiş olduğu hali anlamak için belki de bu ezan hadisesi yeterli bir örnektir. Zira biz, Müslümanız ama İslâmlığımızın emaresi olan değerlere gösterdiğimiz hassasiyeti dinimizin kâmil manada tatbik edilmesi için göstermiyoruz maalesef. Dolayısıyla bizim özümüze, benliğimize dair derin bir bakış yöneltmemiz ve kendimize tatmin edici cevaplar vermemiz elzem olmuştur.

Evet, burada belki de “Müslüman kimdir?” sorusunun sorulması ve cevabının net bir şekilde verilmesi yerinde olacaktır. Zira bu kimliğin tarifinde; birbirlerine güvenen, birbirleri ile kardeş olan, Allah için seven, Allah için buğzeden, âbid, boş şeylerden yüz çeviren, Allah’ın hükümlerini bilen ve onlara teslim olan bir profil karşımıza çıkar. Allah’ın hükmünün aksine bir şey yapmaktan korkandır, Müslüman. Olur da Allah’ın istemediği bir şey yaptığında günah kazanacağını ve (İslâmî bir devletin varlığı zamanında da) nizam gücüyle cezalandırılacağını bilen insandır, Müslüman…

Fakat bugün öyle bir zamanda yaşıyoruz ki bu Müslüman kimliği taşıyanlar, bu kimliğin gerektirdikleri özellikleri benliklerinde barındırmıyorlar. İslâmi nizam/devlet eksikliğinden dolayı Müslüman kimliğinde oluşan bu tahribat için dünyevi herhangi bir yaptırıma da maruz kalmıyorlar. Bu durumda İslâmi ‘kimliğimiz’ tamamıyla sahipsiz kalıyor.

Öyle ki seçim sath-ı mahallindeki Türkiye’nin siyasi arenası, kimliğimizin yaşadığı tahribatı resmeder bir mahiyetteydi. Seçim öncesi ve sonrası yapılan tartışmalar; dinî unsurları herhangi bir kurum ya da merciden izin almaksızın ya da herhangi bir kurumun kontrolüne tâbi tutmaksızın hunharca kullanmaları, güzel dinimizin sahipsizliğinin en bariz göstergelerindi. “Seçimin kaybedilmesi halinde, Müslümanların da kaybedeceği” vurgusunu yaparak İslâm ümmetinin hamisi/koruyucusu pozu vermeler, Yasin-i Şerif okumak suretiyle halkın gözünü boyamalar, Kur’an-ı Kerim’i öpüp belediye başkanlığı görevini teslim almalar, “haydi bismillah” diyerek haramlara “Allah’ın adıyla” başlamalar, halkın sosyal medya ortamlarında partilerini savunmak adına yaşadıkları sonu gelmez cedelleşmeler ve daha fazlası, İslâmi kimliğin nasıl bir cendere altında olduğunu gösteriyor resmen… İşin acı yanı tüm bu süreçte zarar gören yine İslâmi kimliğimiz oluyor maalesef. Öyle ki sanki İslâm, ilkeleri, esasi bir duruşu olmayan, menfaatperestlerin kendi keyiflerince kullanabilecekleri bir araç…

Hâlbuki İslâmi kimlik ilkeli ve izzetli bir duruşla birlikte mevcut olan bir yapıdadır. O, Allah’ın naslarından soyutlanmak suretiyle eğilip bükülmeye gelmez. Hele hele demokratik laik küfür sisteminin haram sofrasına -haşa- bir “meze” haline asla getirilemez.

Fakat yaşananlar bu hususta İslâmi kimliğimizin savunmasız, korunmasız bir durumda olduğunu gösteriyor. Peki, İslâmi kimliğimiz böylesi durumlardan nasıl korunacak? Kim, İslâm’a ve O’nun değerlerine sahip çıkacak?

Tabii ki vadedilen Râşidî Hilâfet Devleti…

Öyle ki o devlet, “Müslümanım” deyip aykırı hareket edenlere cezasını verecek, dinlerini oyun-eğlence, yalan-dolan malzemesi yapanlara haddini bildirecektir.