Kıbrıs Müzakerelerinde Yeni Süreç; ‘Güvenlik Ve Garantiler’
17 Ocak 2017

Kıbrıs Müzakerelerinde Yeni Süreç; ‘Güvenlik Ve Garantiler’

Kıbrıs, Osmanlı hâkimiyetinden çıkmasından bu yana üzerinde birçok Kapitalist devletin egemenlik kurmaya çalıştığı önemli bir üstür. Modern sömürge dönemine girilmesi ile beraber, sömürge devletleri açısından stratejik önemi olan bölgelerin önemi iki kat daha artmıştır. Ancak Kıbrıs sadece stratejik değil, 2000 yılından bu yana üzerinde çokça tartışma yürütülen enerji meselesi ile jeostratejik ve jeopolitik öneminin yanına enerji gücünü de ekleyerek modern sömürge üslubunu benimseyen devletlerin bir gözdesi haline gelmiştir.

Arap Baharı’ndan sonra Mısır’daki politik geçiş, Suriye'deki olaylar, Türkiye'nin bölgesel güç olarak ortaya çıkışı, “İsrail” ve Gazze arasında süren gerilim ve Türkiye ile Kıbrıs Rum Yönetimi arasında süren anlaşmazlık, bölgesel jeopolitik dengelerin tekrar değişmesine neden oldu. Aynı zamanda Mısır, “İsrail” ve Kıbrıs Adası’nın kıyılarında bulunan doğalgaz kaynakları, bölgenin enerji haritasını değiştirdi ve Doğu Akdeniz'i hızla dünya ölçeğinde bir doğalgaz bölgesi yaptı. Bu yeni jeopolitik ve enerji kaynakları baskısı, bölgedeki her bir oyuncu için yeni olanaklar ve mücadele alanları oluşturmaktadır.

Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin sömürge savaşında İngiltere hâkimiyetindeki bölgeleri hedef tahtasına koymasından sonra Kıbrıs da bundan üzerine düşen payı almıştır. Kıbrıs Adası, ABD’nin hâkimiyet kurmak için birçok defa hamle yaptığı ancak en nihayetinde başarılı olamadığı sınırlı bölgelerden birisidir. ABD, Kıbrıs üzerindeki egemenliğini oluşturmanın süreci olarak iki başlıklı bir plan ortaya koymuştur. Birincisi; Kıbrıs üzerindeki İngiliz siyasi etkisini uluslararası platformlar ve konferanslar yolu ile zayıflatmak, ikincisi ise; Ada üzerinde bulunan İngiliz üslerini tamamı ile kaldırıp İngiltere’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki askeri faaliyetlerini kısıtlamak…

Ada üzerindeki siyasi hâkimiyetin yanı sıra Kıbrıs Adası’nda bulunan iki askeri üssünün (Dikelya ve Ağrotur üsleri) varlığı ile de buradaki bekasını koruyan İngiltere ise, ABD’nin her fırsatta başlatmış olduğu tasfiye planlarının önüne değişik üsluplar getirerek mani olmayı başarabilmiştir.

Nitekim garantörlük fikri de bu üsluplardan bir tanesidir. 11 Şubat 1959 tarihinde imzalanan Garanti Antlaşması gereği, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantör ülkeleri olarak İngiltere, Yunanistan ve Türkiye kabul edilir. İngiltere perde arkasından gölge oyunu yönetircesine Ada’nın o günkü şartlarında en uygun planını bu şekilde devreye sokarak kendisini gizlemek istemiştir. Garanti Antlaşması’nın 3. maddesinde “Bu antlaşma hükümlerinin herhangi birinin ihlali halinde Yunanistan, Türkiye ve İngiltere bu hükümlere saygıyı sağlamak için gerekli girişimlerin yapılması ve önlemlerin alınması maksadıyla aralarında danışmalarda bulunmayı üstlenirler. Üç garantör devletten biri, birlikte veya birbirlerine danışarak hareket etmek olanağı bulunmadığı takdirde, bu antlaşmanın oluşturduğu durumu münhasıran yeniden oluşturmak gayesi ile hareket etmek hakkını korumaktadırlar” denilmekte. Nitekim bu tarihe kadar Ada’daki İngiliz varlığı tartışılırken bu antlaşmadan sonra, garantör devletler olarak Yunanistan ve Türkiye’nin de varlığı tartışılır hale gelmiştir. Bu hamle ile İngiltere, askeri varlığının yanına siyasi varlığını da şerh düşerek Kıbrıs’ta varılacak nihai bir karar alma durumunda, kendisinin varlığını garanti altına almıştır.

Kıbrıs müzakerelerine ilişkin Cenevre'de 9-12 Ocak'ta hem taraflar arasında ikili görüşmelerin hem de garantörler; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin katıldığı tarihî beşli toplantının önemi de buradan gelmektedir. Şimdiye kadar ABD, Kıbrıs için aradığı çözümlerde İngiltere’yi hep saf dışı ederek, ikili ve üçlü görüşmeler yaparak çözüm bulmak istemiştir. Ancak her iki tarafın karşılıklı, uzlaşmadan uzak davranışları neticesinde başarılı olamamıştır. Nitekim ABD 2004’teki Annan Planı’nın başarısızlığa uğramasından sonra, yeni bir taktik geliştirerek enerji meselesi üzerinden bir başarı sağlamak için çalışmıştır. 11 Şubat 2014’te BM’nin gözetiminde KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ve GKRK Başkanı Anastasiadis’in “Ortak Açıklama” yayınlaması ile birlikte tekrar başlayan sürecin ana formülü ise hiç şüphesiz enerji meselesidir.

Avrupa’nın gaz bağımlılığını siyasi bir koz ve tehdit olarak kullanan Rusya’ya karşı Doğu Akdeniz’deki enerjiyi kullanmak isteyen ABD, ipleri kendi elinde sıkıca tutarak hem Avrupa’ya hem de Rusya’ya karşı bir tehdit olarak kullanmak istemektedir. Bu istek ise Kıbrıs konusunda ABD’nin İngiltere’den tamamen bağımsız hareket etme kabiliyetini zayıflatmaktadır. Bu yüzden de Kıbrıs üzerindeki İngiliz üslerini ve hâkimiyetini şimdilik ikinci aşama olarak görerek kısa vadede ortak çıkarlarına uygun bir mutabakat oluşturmak zorunda kalmaktadır.

ABD süper güç olmanın yolunun, dünyanın enerji ihtiyacının karşılanması noktasında bütün enerji koridorlarını elinde bulundurmanın gerekliliğinin farkında olarak dış siyasetini şekillendirmek istemektedir. Bu minvalde Kıbrıs’ın bugünkü konjonktürde artan önemi, ABD’nin ortak bir çözüm noktasında ivedi ve kararlı adımlar atmasına neden olmaktadır. Gerek Irak petrolleri, gerekse de Kıbrıs ve “İsrail” gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya sevk edilmesinin ABD için en güvenilir güzergâh olması, bölgesel siyasete olan ilgisinin fazlaca artmasına ve bir an önce çözüm bulma çabalarına neden olmaktadır.

Tam da bu noktada ABD, “ortak metin” altındaki fikirle bir çözüm arayışı içine girdiyse de Rum kesiminin müzakerelerden çekilmesi sonucu bunda başarıya ulaşamadı. Ancak süreci tekrar başlatmak isteyen ABD, 2016’nın Eylül ayında yapılacak BM 70. Genel Kurulu çalışmaları çerçevesinde, New York’a gelen liderlerle görüşerek müzakerelerin tekrar başlamasını ve hatta başlıkların da belirlenmesini istedi. Bu minvalde ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile görüşen Mustafa Akıncı, "Oldukça kapsamlı, yararlı bir görüşme yaptık. Amerika, en üst düzeyde ilgisini sürdürüyor." dedi. Bu görüşmenin ana fikri ise bundan sonraki süreçte müzakerelerde konuşulacak başlıkların belirlenmesi olmuştur. Nitekim 7-11 Kasım 2016 tarihlerinde Mont Pelerin kasabasında gerçekleştirilen müzakerelerden sonra açıklama yapan Mustafa Akıncı, “tıkanıklığın aşılması için, 11 Şubat 2014 mutabakat metninin öngördüğü şekliyle, tüm konuların birbiriyle bağlantılı ve dönüşümlü olarak alınıp çözülmeye çalışılması için 5’li konferans tarihinin belirlenmesi gerektiğini açıkladı.”

ABD’nin buradaki kastı aslında iyi okunması gereken bir meseledir. Çünkü “ortak metin” üzerindeki müzakerelerin devam edilebilmesi için her zaman masa arkasında duran İngiltere’nin garantörlük zırhını tekrar gündeme getirerek uzlaşmanın olmadığı böyle bir dönemde, en azından garantiler düzeyinde tartışmaları yürüterek İngiltere’nin Ada üzerindeki varlığını sorgulatmak istemektedir. Bilindiği üzere uluslararası konjonktürde ABD’de yapılan seçimlerinde etkisi ile Kıbrıs meselesinin 2017 içerisinde net bir çözüme kavuşması beklenmemektedir. Bu açıdan bakıldığında ABD için 9 Ocak 2017’de Cenevre’de tekrar başlatılan görüşmelerin ana başlığının "Güvenlik ve Garantiler" olması kısmî bir başarı sayılabilir.

Halihazırda devam eden Kıbrıs müzakerelerinde ABD’nin istemiş olduğu “tarafların Ada’yı yeniden birleştirmek için iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyonla kapsamlı bir çözüme ulaşma çabalarının” çıkmaza girdiği, hatta enerji başlığının bile uzlaşmaya veya çözüme götürmediği bir süreçte, garantörlük meselesini gündeme taşıyarak uzun bir aradan sonra ilk kez doğrudan İngiltere’nin masaya oturtulması sağlanmıştır.

ABD’nin bu restine “Britanya Dışişleri Bakanı Boris Johnson Cenevre'de 20 bürokrattan oluşan bir heyet” ile görüşmelere katılarak neredeyse bir gövde gösterisi yaptı. En nihayetinde yapılan bu görüşmelerden kendi iradesi dışında bir çözüme kavuşulamayacağı bilincinde olarak masadaki en rahat taraf olarak dikkat çekti. Nitekim İngiltere, Türkiye’de yaşanan anayasa değişikliği meselesinden dolayı Türkiye’nin müzakerelere gereken önemi veremeyeceğinin bilincindedir. Başbakanlar nezdinde olması planlanan 5’li konferansın bu yüzden dışişleri bakanları nezdinde sürdürülmesi de bunun iz düşümüdür. Başbakan Yıldırım, bir gazetecinin, Cenevre'deki Kıbrıs müzakereleri çerçevesinde garantör ülkelerin katılımıyla gerçekleşen uluslararası konferansa katılıp katılmayacağına ilişkin sorusu üzerine, "Burası daha iyi, şu andaki işimiz hepsinden önemli." ifadesini kullanması, aslında Türkiye’nin müzakerelerden somut bir çözüm çıkmayacağını bilmesinden kaynaklanmaktadır.

Yunanistan’ın tutumu ise zaten yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeni ile Kıbrıs meselesine fazla bir mesai harcayamayacağının göstergesidir. Nitekim yaşanan iktisadi krizi aşma noktasında AB ile halen sorunlar yaşayan ve sıkı sıkıya şu anda Avrupa’ya bağımlı olan Yunanistan, daha müzakereler başlamadan tavrını ortaya koyarak çözüm odaklı bir siyaset izlemediğinin sinyallerini vermişti. Nitekim Yunanistan’ın tavrını Türkiye’nin Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş yaptığı açıklamada şöyle değerlendirmişti: "Çipras, garantilerin kaldırılmaması halinde toplantıya katılmayacağını söyledi. Biz garantör ülkeler olarak bir araya gelmeden, bu konuyu birlikte görüşüp tartışmadan böyle bir karar veremeyiz. Cenevre'ye gidip görüştüğümüzde bunun kararı verilecek. Bunu daha görüşmeden böyle bir şart koşmak çözüm için doğru bir yaklaşım değil."

Tüm bu gelişmelere baktığımızda gelinen süreçte de ABD’nin istediği şartlarda bir çözüme ulaşılamayacağı gözükmektedir. Dolayısıyla bugün Kıbrıs’ta yaşanan süreç yeni bir boyut kazanmaktan ve köklü bir çözümün bulunmasından uzak bir yörüngede seyretmektedir. Bugün tüm İslâm beldelerinde olduğu gibi Kıbrıs’ta da modern sömürü kavgalarının iz düşümü görülmektedir. Amerika, İngiltere, Avrupa Birliği ve Rusya gibi sömürgeci devletlerin, ne Birleşmiş Milletler ve benzerleri gibi sömürgecilerin güdümündeki devletlerarası kuruluşların; ne demokrasi, uzlaşma, barış, diyalog, karşılıklı hoşgörü ve taviz gibi sömürgecilerin sakızı olan beyhude sloganların; ne Türkiye ne de Kuzey Kıbrıs yöneticilerinin Kıbrıs sorununa kalıcı ve köklü bir çözüm getirmeleri söz konusu değildir.

Muhakkak ki Kıbrıs yalnızca Türkiye’nin veya Türklerin değil, bununla beraber tüm İslâm Ümmeti’nindir. Kıbrıs, İslâmî bir beldedir ve bu mesele, Müslümanların meselesidir. Dolayısıyla tek çözüm Kıbrıs’ın gerçek sahibi olan İslâm Ümmeti tarafından ve ancak İslâm ile gerçekleştirilebilir. İslâm’ın Kıbrıs hakkındaki çözümü ise onun Osmanlı Hilafet Devleti’nde olduğu gibi Türkiye’ye tek bir bütün olarak ilhak edilmesidir. Çünkü Müslümanların devleti tektir, toprakları tektir, savaşları tektir, barışları tektir, orduları tektir, kararları tektir ve Halifeleri tektir. Kıbrıs, İslâm Ümmeti’nden ayrılmaz bir parçadır. Dolayısıyla sömürgecilerin, uşaklarının, sloganlarının ve araçlarının orada yeri yoktur. Zira Allah Subhanehu ve Te’ala şöyle buyurmaktadır:

وَلَن يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً

“Allah, kâfirler için mü’minler aleyhine asla bir yol vermeyecektir.” (Nîsa 141)